Seçim kapıda. 14 Mayıs’a şunun şurasında üç aydan birkaç gün eksik zaman kaldı.
Erdoğan “Yeter Söz Milletindir” dediğine göre, okkalı bir otokritiğe hazırlanıyor. Tıpkı İsmet Paşa gibi. 1946 seçimlerinin ayıbından sonra Menderes “Yeter, söz milletindir” dediğinde, “öyle olsun” diyerek ayıpsız bir seçim kararı verdi. (Aslında Paşa vermedi, savaştan galip çıkan ve “proletarya diktatörlüğüne” karşı “soğuk savaşa” hazırlanan, kendisini de “demokrasi” cephesi olarak ilan eden ABD ve İngiltere Türkiye’ye bu kararı aldırttı. Paşa savaş sırasında Nazilere verdiği desteği affettirmek için, NATO üyesi olmayı kabul etti ve iktidarı DP’ye vermeye razı oldu. Sovyetler de “tek parti” iktidarını yıkmak isteyen ABD’nin Türkiye’de “tek parti” rejimine izin vermeyeceğini biliyordu.)
Şimdi de Erdoğan demek ki “benim iktidarım yeter, söz altılı masanın” der gibi konuşmaya başlayınca garabeti herkes farketti. Eğer Erdoğan “bu çok partili rejime yeter, söz şahsımın” demek istemediyse, “tek adam olarak şahsıma artık yeter” demiş olmalıdır.
Gelin Erdoğan’ın artık kendi iktidarından bıktığını, çoluğu çocuğuyla, torunu tosunuyla Kasımpaşa’ya çekilmek, ayağında pon pon terliklerle, Emine hanımın yaptığı şerbetleri yudumlayarak “emekli” hayatı yaşamak kararı verdiğini, inanmasak da, düşünelim.
Bu durumda 1950 seçimleri gibi, nispeten demokratik bir seçim olur mu? Adam “şahsının iktidarına yetti gari” dediğine göre, millet de “essahtan yetti” der mi? Patırtısız, gürültüsüz bir seçim mi bizi bekliyor?
Eğer bütün meseleyi “Erdoğan’ın kişisel iktidarı” sanırsak, onun kendini emekliye ayırmasıyla demokrasi baharının geleceğini sanırız. Erdoğan bugünkü krizde, rejimin sadece “ekran yüzüdür.”
O ekranın arkasında kocaman bir “devlet” var. Erdoğan ekranda o devletin promtere yazdığını gayet şeddeli bir tarzda okuyor. Karizmatik. Kimlerle yan yana gelse en uzun o. Nasıl bir rol yüklenmişse, o rolü aynı başarıyla oynuyor: “Çözüm” derken de “etkileyici”, “çözümsüzlük” derken de. “Başbuğ’u hapse atarken” de korkutucu, “Cemaatin kökünü kazırken de.” “Trump” derken de “anti emperyalist”, “Putin” derken de. “İstanbul Sözleşmesine” imza atarken de “inandırıcı”, sözleşmeyi yırtarken de.
Bu çelişkiler onun şahsının çelişkileri değil. Devletin iç çelişkileri. Ekrana Erdoğan’ın yüzüyle yansıyan işte bu çelişkiler.
Bununla Erdoğan’ı “omurgasız” diye küçümsemek istemem. Onun da bir amacı mutlaka vardır. Sanıyorum bu amaç “her ne pahasına olursa olsun” iktidarını korumak olabilir.
İktidarını koruması şu ana kadar basit bir denkleme dayanmaktadır: NATO üyesi Türkiye’de “muhalefetsiz ve seçimsiz faşizm” devletin mahvına sebep olur. O nedenle bütün darbeler kısa zamanda demokrasiye değilse de “muhalefetli ve seçimli” rejimlere dönmüştür. Devletin bağrında birbiriyle boğuşan klikler “tabansızdır.” Seçmen desteğinden yoksundur. O nedenle bunlar Erdoğan’ın seçmen gücüne, Erdoğan da onların devlet gücüne muhtaçtır. Erdoğan bu denklem sayesinde devletin içinde hangi klik üstün gelirse gelsin, tereddüt etmeden o kliğin “ekran yüzü” olmuş ve bugüne kadar iktidarını bu sayede korumuş, buna karşılık Türk faşizmi bu yüzden “muhalefetsiz ve seçimsiz faşizme” dönüşmemiştir.
Size tuhaf gelecek olsa da, Türk milleti “muhalefet partilerine ve oy verme hakkına” devletin klikleri ile Erdoğan arasındaki bu sembiyoz ilişki sayesinde sahip olmuştur diyeceğim. “İlişki” böyle olunca da sistemin “muhalif partileri” ve “seçimler” işte böyle, bildiğiniz gibi gudubet bir hale gelmiştir.
Ancaaak…
Durum niteliksel olarak değişiyor. Devlet artık Türk egemen sınıfının baskı aracı olmaktan çıkıyor. Bu egemen sınıfın en dekadan, en sömürücü, en emperyalist, en ırkçı ve tufeyli kesimiyle çoktan organik olarak kaynaşan “mafyanın” eline geçiyor. Mafya bir bakıma “egemen zümre” haline geliyor.
Devletin çıkarı Erdoğan tarzı “seçimli ve muhalefetli faşizm”de olurken, mafyanın eline geçen devletin çıkarı oligarşik, muhalefetsiz ve seçimsiz faşist rejimdedir.
Bu tez üstünde düşünmenizi tavsiye ederim. Seçimlerin yapıldığı günün gecesinde neler olup biteceği ile ilgili öngörü bu tezde yatıyor.
Beni bu tezi yazmaya iten sebebe gelince…
Geçtiğimiz gün Erzurum’da çekilmiş bir fotoğraf medyaya yansıdı. Fotoğrafta AKP Erzurum İl Başkanı, Erzurum Valisi ve Erzurum Jandarma komutanı (Albay) kıç kıça zar zor sığdıkları taburelerde oturmakta, karşılarındaki Binali Yıldırım’ın oğlu, Erkam Binali ise elinde tesbih bir koltuğa kurulmuştu. Erkam Türk mafyasını, diğerleri iktidar ve devleti temsil ediyor.
Sonuç: Diyelim ki Erdoğan hakikate erdi. “Bu kadar yıl Reislik şahsım için yeter, artık söz milletin” deyiverdi. O böyle dese de artık mafyalaşan devlet “söz milletindir” diyemez. Erdoğan’sız kaldığı anda “muhalefetsiz ve seçimsiz” rejime bir sıçrayışta geçer.
Diyeceksiniz ki, “belki de Erdoğan Cemaat’li devletin, ardından da Ergenekonlu devletin “ekran yüzü” olduğu gibi, bu durumda da mafyalı devletin ekran yüzü olur.”
Sakın böyle konuşmayın. Cumhurbaşkanına hakaretten kodesi boylarsınız…
Bir de şu var: Mafyayı seçimde değil de sokakta yenebilirsiniz. O sokaktadır çünkü. Hazır olun.