İsrail’de zafer sarhoşluğu yaşanıyor. Ama Yahya Sinvar’ın ölümünün 7 Ekim saldırısından beri artık kanıksadığımız gidişata nasıl bir değişiklik getireceği meçhul. Birinci mesele, Gazze’nin ve genel olarak Filistin’in geleceğiyle ilgili. Aslında Hamas, uzun süredir rehineleri serbest bırakmaya ve ateşkese hazır olduğunu duyurmuştu. Bu durumda, İsrail’in Gazze’de savaş ve katliamı sürdürmesinin meşru zemini zaten ortadan kalkmış bulunuyordu. O nedenle Sinvar’ın ölümünün önemli değişiklikler getireceğini beklemek hayalcilik olur. ABD’nin Irak işgalinden ismine aşina olduğumuz eski CIA direktörü General David Petraeus, Gazze’de tam işgalin ve İsrail kontrolünün sağlanması gerektiğini savunuyor. Bu olmadıkça Hamas’ın, İslami Cihad’ın ya da bunların kalıntılarının bölge halkı üzerindeki hegemonyasının süreceğini belirtiyor. Petraeus’a göre, İsrail Gazze’de tam güvenliği sağladıktan sonra asayişi sürdürmek adına Arap ülkelerinin ve Filistin Yönetimi’nin katılımını isteyebilir. Planlardan bir tanesi böyle.
İkinci plan, bir grup emekli general tarafından kotarılmış olması nedeniyle ‘Generaller Planı’ olarak biliniyor. Buna göre, İsrail Gazze’nin kuzeyinde ve Lübnan’ın güneyinde tampon bölgeler oluşturarak sınırlarını güvenlik altına alacak. Bu tampon bölgelerde ikamet eden nüfusun Müslüman Arap olması temel sorun ve bu nedenle İsrail ordusu hem Lübnan’da hem de kuzey Gazze’de nüfus mühendisliği hamlelerine çoktan girişmiş durumda. Buna insansızlaştırma hamlesi de denilebilir çünkü Litani Nehri’nin güneyindeki yerleşimler sistematik olarak bombalanarak halk kuzeye doğru göçe zorlanıyor. Gazze’de zaten başından beri nüfusun güneye ittirildiğine tanık oluyoruz. Burada bir parantezle, İsrail’in asıl beklentisinin Gazze halkını toplu halde Mısır’a tehcir etmek olduğunu ama Mısır rejiminin buna gösterdiği kararlı direniş sonucu güneye sürmekle yetinmek durumunda kaldığını hatırlamak doğru olur. Öyle görünüyor ki Generaller Planı devrede. Bazı emlak ajansları, Gazze sahilinde sayfiye evleri inşaatı planlarıyla para toplamaya bile başladı. Yakında Litani Nehri kıyısında apartman daireleri ilanları da başlar. Çünkü İsrail kolonyalizminin omurgasını yerleşimcilik fikri ve pratiği oluşturur.
Gazze’nin ve Güney Lübnan’ın yakın geleceğiyle ilgili planlar böyle ama savaşın Filistin ve Lübnan’la sınırlı kalmayarak bölgesel nitelik kazanmakta olduğu da bir gerçek. İsrail yönetiminin, açtığı cephelerde hedeflerine ulaştıkça gözünü daha fazla İran’a çevirmesi kaçınılmaz. Karşısında savaşan ‘Direniş Ekseni’nin merkezi İran ve iki ülke arasında füze düellosu da bir süredir başlamış bulunuyor. Ufukta bir İsrail-İran savaşı mı beliriyor? Bunu söylemek için henüz erken ama bazı saptamalar yapılabilir.
Gazze’yi İsrail’in ‘arka bahçesi’ olarak düşünüp bildiğimiz bir sorunun nüksetmesi olarak etiketleyebilirdik. Ama Hizbullah, savaşın ilk gününden itibaren böyle düşünülmemesi gerektiğini herkese hatırlattı. İsrail içlerine yaptığı füze saldırılarıyla, oyunun içinde varım mesajını ısrarla verdi. Sonuç, İsrail’in Lübnan’ın güneyini işgal girişimi oldu. Tarihin bu tür savaşlarla yazıldığını bir kez daha hatırlamış oluyoruz. 19. Yüzyıl’da Napolyon savaşları ve 20. Yüzyıl’da Nazi yayılmacılığı nasıl Avrupa’nın taşlarını yerinden oynattıysa 21. Yüzyıl’da da Netanyahu savaşları Ortadoğu’da taşları yerinden oynatıyor. Burada, İsrail’in göründüğü gibi bir serseri mayın misali bölgeyi ateşe boğarak kendi hesabına hareket eden bir özne mi yoksa daha küresel bir planın parçası mı olduğu sorusu gündeme geliyor. Konu İran’la savaş ya da İran’da rejim değişimi olunca bu soru daha da önem kazanıyor.
Bazı yorumcular, İsrail’in ABD’nin vekalet gücü olarak savaştığını, bir yıldır yaşanan sürecin İran rejimini devirme hamlesinin ön tezahürlerinden ibaret olduğunu öne sürüyorlar. Bu, tam olarak Amerikan yönetimi tarafından çizilmiş bir planın hayata geçmesi midir bilinmez ama bir süper güç olarak başlangıcından itibaren sürece dahil olduğu aşikâr. O halde, İsrail’in Ortadoğu’da yerinden oynattığı taşlar yeniden nasıl döşenecektir? Sonuçta bir İran seferi kaçınılmaz mıdır? Bunun karşısında, bölgede askeri varlığı olan ve İran’la siyasi ve ekonomik ilişkileri olan diğer küresel güç Rusya nasıl bir tavır alacaktır?
Bu soruların yanıtlarını yakın tarihte göreceğe benzeriz. ABD’nin Ortadoğu’nun çeşitli bölgelerinde toplam 40,000 kişilik askeri varlığı olduğunu, hava ve kara güçlerini tahkim eden yeni uçakları ve silahları bölgeye getirmekte olduğunu gözlemliyoruz. İsrail’in sıcak çatışmalarıyla birlikte bunları daha büyük bir savaşın hazırlığı olarak okumak mümkün. İran’a karşı kullanılacak hava sahaları arasında Irak, Suudi Arabistan ve Türkiye’nin adı anılıyor. Böyle bir konjonktürde Tayyip Erdoğan’ın bir gece ansızın “Kardeşim Esad” retoriğine dönüşü ve daha da ilginç olarak Devlet Bahçeli’nin geçirdiği ani bir metamorfoz sonucu Kürt açılımına memur edilmiş olması rastlantı mıdır?