Ülke artık tam anlamıyla bir tımarhaneye döndü. Sadece son bir haftada yaşananlara, devlet yönetiminin ve bürokrasinin, siyasi partilerin, yaşanan olaylar ile ilgili sözlerine ve yaklaşımlarına, basının olayları ele alış biçimine, sosyal medya üzerinden paylaşılanlara, geniş halk yığınlarının tepkilerine bakılırsa bütün bu yaşananların ancak bir tımarhanede yaşanabilecek şeyler olduğunu düşünür insan. Asgari aklı melekesi yerinde olan, biraz mantık, akıl, rasyonalite, vicdan, ahlak sahibi insanların yaşadığı hiçbir toplulukta bütün bu yaşananlar, yaşanamaz. Diyelim ki yaşandı, bu kadar akıl, izan, ahlak, vicdan dışı bir karşılık bulmaz. Toplumsal çürümenin, yozlaşmanın, sapmanın, her türlü etik, vicdani, ahlaki ölçüsüzlüğün vardığı boyut insanın aklını durduruyor. “Yok bu son radde, artık bundan daha kötüsü, bundan daha mide bulandırıcısı yaşanamaz” dediğin yerde, daha söz ağzının kenarını terk etmemişken daha kötüsü, daha beteri yaşamımızın orta yerine sökün ediveriyor.
Birer saat aralıklarla iki genç kız bir erkek tarafından feci şekilde katlediliyor. Birinin kafası kesiliyor. Kafa kesenin evinde bu öldürme biçimiyle ilgili planlar bulunuyor. Bu erkeğin kadınlara dönük bu saplantılı ve vahşi eğilimlerinin polis ve hastane kayıtları ortaya çıkıyor. Hastanede ya da cezaevinde, yani kontrol altında olması gereken şahsın elini kolunu sallayarak iki genç kadının hayatına böyle vahşice son vermesi mümkün olabiliyor. İki erkek bir kadınına sokak ortasında tecavüz girişiminde bulunuyor, gözaltına alınan şahıslar eldeki kamera görüntülerine rağmen serbest bırakılabiliyor. Bunun mümkün olmamasını sağlayacak, bunu engelleyecek kamu otoritesi bırakalım bu görevini yerine getirmeyi, bu vahşi katliamlarla ilgili topluma güven verecek birkaç söz söylemesi gereken içişleri bakanı toplumla dalga geçer gibi “toplumun huzuru” etiketiyle katıldığı bir teknoloji fuarına dair paylaşımlar yapıyor.
Kendisi de kendilerine ülkücü adı veren çete, mafya, her türlü suça bulaşmış suç örgütünün bir üyesi, bir yöneticisi iken bu suç örgütü ile yaşanan iç iktidar ve çıkar kavgası nedeniyle öldürülen bir adamın mahkemesi görülürken, oğlu öldürülmüş yetmiş yaşlarında bir annenin hak ve adalet arayışı kendisine ülkücü diyen bir siyasi partinin başkanı tarafından boğulmaya çalışılıyor. Ülkücü camianın en başındakiler tarafından bu kadın tehdit ediliyor, hakarete uğruyor, saldırıya maruz kalıyor. Orta yerde senaryosu her tarafından akan, sarkan, çelişkilerle, pespayeliklerle dolu adi bir film çekiliyor.
Ülkenin baş kişisi, her seferinde tutacağını düşündüğü, hatta adı gibi bildiği bir hikayeyi yeniden tedavüle sokuyor. “Milli beka” diyor, bedeninin tüm takatini bir araya getirip haykırarak. Bu sefer milli bekayı tehdit eden İsrail. Filistin ve Lübnan’dan sonra İsrail’in hedefi Türkiye imiş. İsrail’in savaş uçakları, Türkiye’den aldıkları jet yakıtlarıyla Türkiye’yi bombalayacaklar. Demek ki ticaret o kadar her şeyin üstünde ki, seni bombalıyor olsa da ticari anlaşman gereği jet yakıtını ve bilmem daha hangi malzemeleri vermen gerekiyor. “Kudüs! Kudüs!, Filistin! Filistin!” diye bağırırlarken buraları bombalayan jet uçaklarının yakıtını meğerse ticari anlaşmalar gereği mecburen veriyorlarmış.
Daha düne kadar Kürt parlamenterlerle, belediye başkanları ile el sıkışıyor diye bile terörist, vatan haini ilan ederlerken ana muhalefet partisini, birdenbire mecliste DEM Parti eş başkanının ve milletvekillerinin elini sıkıverdi ulu milliyetçiliğin ulu lideri. Ülkeye barış lazım imiş, ondan icap etmişmiş. Daha önce barış lazım değil imiş meğer ise. Ulusolcular, bu tokalaşma üzerine kuyruğuna basılmış gibi hemen feryat etmeye başladılar: “Eyvah! Kürtlerle barışılacak, Kürt anasını görecek, barış olacak. Bize muhalefet edecek, ekmeğini yiyeceğimiz bir alan kalmayacak.”
Herhangi bir yazar bu son bir hafta içinde şu yukarıda yaşananları konu eden bir kara komedi yazsaydı, hayal gücüne hayran kalmakla birlikte onu yine de de çok hastalıklı bir zihin sahibi olmakla suçlardık.