Günümüzde yaşananlar, yerleşik duruma karşı insan bilincinin özellikle kadın hareketinin itici gücü ve katkısı ile ‘dur’ demesi ve özgürleşme yolunda mücadelesidir
Son günlerde bazı erkek yazarlara yönelik kadınlar tarafından yapılan taciz beyanları doğrultusunda konuyu magazin haline getirmeden kısa bir fikir belirtmek istiyorum. Ancak bu fikri güncel bazında, polemik biçiminde değil, tarihsel bir bakış açısından ortaya koymak niyetindeyim. Böylece, bu yazının ana temasını, insanlık tarihinde oluşan iki ana tahakküm (yaşlılara ve kadınlara karşı) özelinde ve insan bilincinin biyolojik nedenli ayrımcılığa karşı özgürlük arayışı olarak tanımlayabilirim.
İdeoloji-bilim
Öncelikle, ideolojinin kaçınılmaz bir şey olduğunu, hemen her eylemin politik bir yanı olduğunu belirtmekte fayda var. Örneğin ben bu yazıyı yazarken, ideolojik yanımdan ‘tamamen’ ayrılmam imkânsızdır. Bu yazıyı okuyan birisi de birçok yerleşik normunun yanı sıra kendi ideolojik bakış açısı ile değerlendirme yapacaktır. Ancak, ideolojik yanın diğer yanlara ‘tahakküm’ kurması da başka bir eksikliğe yol açar. Bilim ile ideoloji arasındaki farklardan birisi de budur. Bilim, yanlışlana yanlışlana doğruya uzanırken, ideolojinin donuklaşma, ilerleyememe riski mevcuttur, logostan (akıldan) mitosa (inanca) dönüşmesi epey mümkündür.
Tahakküm ilişkisi
Keza, sınıf savaşımları konusu da böyledir. Tarih boyunca emek-sermaye çelişkisinin nelere yol açtığı aşikârdır, tarih bu mücadelenin (yani Marx’ın belirttiği gibi sınıf savaşımlarının) tarihidir de. Peki sınıf savaşımlarının tarihte egemen olması, sınıf savaşımları öncesi ve esnasında başka savaşımların olmadığını ya da belirginleşmediğini mi söyler? İdeolojik yaklaşıma göre “evet” ya da “kısmen”, bilimsel yaklaşıma göre ise “hayır”. Başka bir deyişle, sınıf savaşlarının belirleyici yanı olmakla birlikte, tarih birbirlerini destekleyen sınıfları ve sınıflar öncesi ayrımcılıkların da tanığıdır, her ne kadar sınıf savaşımları belirleyici görüngü (fenomen) olsa da.
İnsanlık tarihinde ilk tahakküm biçimlerinin daha sınıflar ortaya çıkmadan önce yaşlılar üzerinde tahakküm ve kadın üzerinde tahakküm olarak meydana geldiğine dair antropolojik araştırmalar var. Bu konuda birçok kaynak arasında, zengin bir referans sunduğu için Bookchin’in Özgürlüğün Ekolojisi adlı eserini önerebilirim (okunmuşsa dahi hiyerarşinin ortaya çıkışını anlatan bölümünün tekrar gözden geçirilmesini). Yıllar önce okuduğumuz bir eser, güncel olaylar ile birlikte tekrar okunduğu zaman yeniden anlamlanıyor ve okuyucunun fikriyatını da tekrar anlamlandırıyor.
Yaşlılara tahakküm
İki ayrımcılık şekli de dikkat çekici bir biçimde biyolojik etkenlere dayanıyor o dönemde. Hayvan sürüleri misali, insanların göç ederken yaşlıları geride bırakıp ölüme terk ettiklerine dair antropolojik bulgular var. Aslında bu gayet anlaşılabilir bir durum o dönem açısından bakıldığında: ilkel/komünal ekonominin sınırlı bilinç düzeyiyle oluşturduğu, biyolojik temelleri olan, üstyapısal ayrımcılıklar. “Kim güçlü”, “kim ilkel üretimi yerine getirecek”, “kim diğer kabilelerden ya da kabile saldırılarından koruyacak” gibi sorular bu ayrımcılıkların oluşmasını anlamamıza yardım edebilecek sorular.
Ancak, genetik mirasımız ve çağlar boyu şekillenen, kalıplaştırılan bu biyolojik ayrımcılık temelli yapının etkilerini bugün de görüyoruz çünkü ekonomik ilişkiler ve gelişen bilinç bu biyolojik temelli ayrımcılıkları tahakküm kurmak yolunda rasyonalize etti.
Yaşlılara yönelik “ihtiyar”, “zaten bir ayağı çukurda” gibi tabirler ya da kadınlara yönelik “Kadındır, ister istemez duygusaldır” vesaire gibi söylemler bu ayrımcılık çeşitlerinin bugüne kadar uzanan yansımalarına birkaç örnektirler. Dolayısıyla, bu ayrımcılıklar ‘yalnızca’ kapitalist düzene ait üretim ilişkileri ile açıklanabilecek şeyler değil. Çağlar boyu oluşan, başlangıçta biyolojik nedenlere dayanan ve kurumsallaşan, yerleşen, emek-sermayenin önemli bir damarını oluşturan ayrımcılık türleri olarak değerlendirmek daha doğru.
Sınıf ayrımları
‘Her türlü tahakküme’ değinmek ve bunlara karşı çıkmak, sınıf ayrımları dışında bu tür ayrımcılıkları da kapsayan, nitelikli bir söylemdir. Kimileri ‘her türlü’ tarafına takılır bu söylemin oysa bunun bilinçaltında (ya da apaçık bilinç düzeyinde) proletarya diktatörlüğünü statüko haline getirme olgusu yatmaktadır. Oysa sınıfsız, sömürüsüz bir topluma giden yolda proletarya diktatörlüğü de örneğin sosyalist devlet de belirli bir sürece tekabül eden, aslında sınıfsız-sömürüsüz topluma nihai aşamada tezat oluşturan kurumlardır ve idealize edilecek hiçbir yanları yoktur.
Sömürgeciliğe karşı duruş anlamında devlet istemek haktır örneğin, ancak nihai olarak insanların devlete ihtiyaç duymayacakları özgür bir toplumun bilinci ile pekiştirilmesi gerekir kanımca. Aksi takdirde gene ideolojinin donuklaşma özelliğine açılan bir kapıdan bahsediyoruz (belki de en güzel örneklerden birisi devletin kutsanma aşamasında tahakküm kurduğu SSCB tarihinin ilgili dönemleri). Her türlü tahakküme karşı çıkmak doğru tavırdır ve kaçınılmaması gereken bir duruşu temsil etmektedir diye düşünüyorum.
Özgürleşme hali
O halde, bu ayrımcılıklar ile yüzleşme, hesaplaşma, mücadele etme neyi göstermektedir?
Tek cümle ile sunarsam: “Günümüzde yaşananlar, yerleşik duruma karşı insan bilincinin özellikle kadın hareketinin itici gücü ve katkısı ile ‘dur’ demesi ve özgürleşme yolunda mücadelesidir.”
Ayrımcılığa karşı, ayrımcılığın neden olduğu suçlara karşı verilen bu mücadeleler, bu yüzden sınıf savaşları ötesinde de bir durumu barındırıyor içlerinde. Belirttiğim üzere, bu iki tür tahakküm de sınıflar oluşmadan var olan tahakkümlerdi (boşuna Tanrı vergisi denmiyor bazı ayrımcılıklar hakkında örneğin). Tarihte ortaya çıkan sınıflarda da örneğin kadınların ayrımcılığın ayrımcılığına uğramaları da bununla ilintili. İşçi kadının, işçi erkekten daha az ücret alması da bununla ilintili. Neoliberal ve faşist sistemlerde belirli bir yaşın üstündeki çalışanların ıskartaya çıkarılmaya çalışılması da bununla ilintili. Sınıfların kendi içinde dahi ayrımcılığın yapılmasının nedenlerinden birisi de bu tahakküm biçimine dayanmakta, siyasi hareketlerin pek çoğunda kadınların daha az yer alması da.
Gerçi yaşlılar hayat tecrübesi ve gençlerin bilemediği sırlara sahip olduklarına ikna etmeyi başarabildikleri için bir anlamda ‘yırttılar’ (kâhin, şaman vs.) ancak kadınlar neredeyse (ihtiyat anlamlı “neredeyse” diyorum) sürekli bir ayrımcılığa maruz kaldılar. Hukukun önde gelen ismi Solon dahi sesi olmadı onların örneğin ve büyük ihtimalle böyle bir niyeti dahi yoktu.
Velhasıl, insanlık bilincinin ve özbilincin gelişmesi, bazı ezelden beri verildiği sanılan hakları yok ediyor ve edecek. Buna şahit olmak, bunu gözlemlemek umut veriyor doğaya, topluma, kendisine yabancılaşan insana; hele ki insanlık düşmanı rejimlerin pervasızca saldırılarını yoğunlaştırdıkları bu zamanlarda.
Not: Yeni Yaşam’da son çıkan yazımda ‘akademisyen’ olduğum ifade edilmişti. Akademisyen değilim; Leeds Beckett’den psikoloji yüksek lisansım, Aston’dan işletme yüksek lisansım mevcut ve şu anda felsefe doktorası yapmaktayım. Yani hâlâ öğrenciyim bir bakıma, ne de olsa hayat boyu öğrenmek esas. Akademik araştırma metotlarına epey aşina olmakla birlikte akademik camiada yer almadığımı özellikle belirtme borcu hissettim.