Ortadoğu’da Irak’ın çöküşünden sonra ve Arap baharıyla birlikte statükocu rejimler domino taşları gibi bir bir yıkılıyor. Suriye Baas rejimi 8 Aralık günü düştü. Savaşın ilk raundunda hegemonya savaşlarının çelişkileri sayesinde ayakta kalmayı başaran Suriye, trajik bir şekilde yine aynı savaşların kurbanı oldu. Rusya Ukrayna ile İran kendisi evlerinde meşgul edilince Suriye’nin etrafı boşaldı ve Şam düştü.
Suriye savaşı geride ağır bir insani dram, büyük bir ekonomik maliyet bırakarak ciddi jeopolitik alt üst oluşlara neden oldu. Bu savaş beklenenin ötesinde bölgesel ve küresel hegemonyanın sayısız planını alt üst eden ve ön görülemeyen çıktılarıyla aslında küresel bir savaştı. 8 Aralık tarihinden sonra savaş farklı biçimlerde sürebilir; savaş dursa bile sonuçları itibariyle jeopolitik-jeostratejik dengeleri etkilemeyi sürdürecektir.
Peki rejim nasıl düştü? Bu konuda farklı senaryolar var. Rusya, İran, ABD, İngiltere ve İsrail’in belirleyici olduğu üst aklın mutabakatıyla rejimin geçiş sürecine razı edildiğini söylersek yanlış olmaz. Ukrayna savaşının gevşetilmesi, İran işgalinin askıya alınması karşılığında Suriye, üst aklın hesaplarına kurban edilmiş olabilir. Elbette ilk görüntüler bizi yanıltmamalı. Her an her şey olabilir. Ancak bir iki hafta içindeki gidişattan sonra hem eski rejimin neden düştüğü hem de yeni kurucuların rengi ve Suriye’nin geleceği hakkında daha sağlam ipuçlarına sahip olabiliriz.
Diğer Ortadoğu ülkelerine benzer şekilde Suriye’de de statükonun yerini meşruiyeti sorunlu, demokrasiden uzak, yönü ve doğrultusu belirsiz bir yapı devralıyor. Yorgun, öfkeli, dağınık bir toplum var; bu toplumun rövanşist davranmaması, derin bölgesel ve küresel hesapların etkisinde kalmaması nerdeyse imkansız. Bu da istikrar meselesini zorlaştırıyor. Bu bağlamda Suriye’nin yeni kurucularının iktidar boşluğunu ne kadar doğru değerlendireceği şüpheli. Siyasi çözüm için aşamalı olarak demokratik bir düzene geçiş yapmaları tüm Suriye toplumunun lehine olacak. Yeni kurucuları mevcut realiteleri gözetmez, iç ve dış riskleri doğru okumaz ve süreci sadece iktidarın el değiştirmesi olarak algılarsa bambaşka dengeler devreye girer ve süreç daha kötüye gider. Eğer bunu başarmazlarsa Lübnan’dan beter bir iç savaşın ikinci startı verilecektir.
Bir taraftan geçiş sürecinin dinamiklerinin kimlerden oluşacağı ve yeni rejimin nasıl kurulacağı, diğer taraftan savaşın farklı biçimlerde ve belki de çok daha kötü şekilde yaşanma riskleri konuşuluyor. Viran olmuş bir ülkeyi yönetmek ve yeniden ayağa kaldırmak apayrı bir kapasite gerektiriyor. Kapsayıcı bir siyasal akıl, deneyim ve disiplin şart. Bu nedenle Suriye toplumu ve toplumun yeni kurucu aklı etnik ve mezhepsel savaşları aşarak yaşanılabilir bir ülke yaratmanın koşullarını hızla oluşturmak zorunda. Bunun için bir hikayeye ihtiyaçları var. Fakat Suriye halklarının kenetlenebileceği ortak bir vatan olsa da ne yazık ki henüz ortak bir hikaye yok. Eğer bir hikaye etrafında bir arada yaşama kültürü gelişmezse ve herkes dediğim dedik çaldığım düdük derse o zaman herkes başkalarının hikayesine eklemlenmeye devam eder ve bir kez daha bu başıboşluğun ağır bedelini öderler.
Yukarıdaki riskleri bertaraf etmenin, siyasi çözümü başarmanın, olası katliamları-iç savaşı frenlemenin yolu silah ve şiddet aygıtlarının olabildiğince azaltılabileceği bir stratejik aklın kararlı bir şekilde uygulanmasına bağlıdır. Bu motivasyonu ve iradeyi yeni kurucularla ilişkilendirmek çok iyimser olabilir. Ancak Suriye barışı konusunda bu stratejinin dışında başka bir seçenek de yok. Eğer barışçıl bir yeniden yapılanma kurgulanıyorsa, ki böyle bir hedefe henüz kimse ikna edilmiş değil, o zaman yeni Suriye’de iç ve dış dinamiklerin tümü silah ve şiddet aygıtlarının kapasitesini olabildiğince daraltmakla işe başlamak zorundalar.
Türkiye’de mezhepsel hamasetin verdiği gazın etkisiyle ayakların yere değmediği bu atmosferde uzağı görecek kapasitenin daraldığını ve risklerin doğru hesaplanmadığını görmek çok zor değil. Özellikle Türkiye’nin Suriye’de savaşı Kürtlerle tırmandırmaya odaklanan politikalar tüm denklemleri yerle bir edebilir. Bu akıl hem iç hem dış barışı bozabilir ve Türkiye’yi savaşın ilk döneminde olduğu gibi içerde ve dışarda istikrar bozucu bir konuma itebilir. Türkiye’nin Suriye’nin iç savaşından en çok etkilenen ülkelerin başında olduğu unutulmamalı.
Suriye’deki yeni durumla birlikte Türkiye toplumunda sınırda yeni bir Afganistan kaygısı başladı. Türkiye Kürtleri ise hem 1 Ekim’de başlayan sürecin nasıl ilerleyeceği hem de Suriye Kürtlerinin kaderinin nasıl belirleneceği kaygısını taşıyor. Türkiye’nin kendi iç krizini doğrudan ilgilendiren risklerle baş etme başarısı, bu iki temel kaygı ve sorunu nasıl yöneteceğine bağlı olacak. Söylemler dışında pratik adımlarını henüz görmediğimiz 1 Ekim hamlesi doğrudan bu kaygıları gören bir yerden hareketle mesafe alabilir.
Bu kaygıların gözardı edilmesi hem Kürt barışını hem de Suriye’nin ikinci kez istikrarsızlığa sürüklenmesini tetikleyecektir. Haliyle Türkiye’nin siyasi aklı yerle bir olan Suriye’nin yeni siyasi çözümüyle uyumlu barışçıl bir strateji izlemek zorunda. AKP Suriye savaşının ilk aşamasında kimseyi dinlemedi ama şimdi dinlemeli. Türkiye’nin Suriye’nin barışının konuşulduğu bu aşamada önceki süreçte olduğu gibi hatalarla dolu bir strateji yerine hem kendi barışını hem komşuların barışını riske atmayan bir politik hat izlemelidir. Suriye toplumuna yapılabilecek en büyük kötülük bir kez daha etnik ve mezhepsel ırkçılığı kışkırtmaktır. Suriye’nin yeni sürecini şiddet ile yönetmek isteyenlerin vebali ağır olacak; etik politik maliyeti her zamankinden daha yüksek olacak. Tam da bu sebeplerle Türkiye kendi Kürt meselesine odaklanarak Suriye barışının selameti için mezhepçi ve etnik fay hatlarını kaşımadan, iç ve dış barışa samimiyetle yaklaşmayı tercih etmesi herkesin yararına olacaktır.
Hem Kürt meselesinde hem Suriye’de tuzaklarla, yalanlarla ve şiddetle alınabilecek mesafeler tüketildi. Tüm aktörlerin ajandasında siyasi çözümler var. Bu bakımdan Türkiye’nin politik aklı, 1 Ekim de başlayan süreci Suriye Kürtleri ile etik, politik ve tarihsel barışı da içerek şekilde revize ederek yoluna devam etmeli. Zira iç ve dış barışın sağlanması önümüzdeki yüz yılın sigortasıdır. Risklerin ve fırsatların, umudun ve karamsarlığın iç içe geçtiği bu aşamada taktiğin, yalanın, aldatmanın değil; ortak kaderin ve umudun barışçıl stratejisini doğru yapanlar önümüzdeki yüzyılı kazanacaktır.