“İkiyüzlülük toplumun çimentosudur”
Sylvestre Bertucelli
2004 yılından beri her yılın Aralık ayında devlet, kapitalistlerin örgütü Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİS) en büyük işçi sendikası konfederasyonu olan Türk-İş’in, asgari ücreti belirlediği sanılıyor… Aslında asgari ücret Asgari Ücret Komisyonu’nda değil, “başka yerde belirleniyor”… Bir ay boyunca sahnelenen sahte şovla insanlar aldatılıyor, oyalanıyor… Masanın üç bileşeninde biri olan sermaye sınıfına ‘işveren’ diyorlar… Vermek ‘alacaklı olmaktır’…’ Şeyleri adıyla çağırmamak da bir yalan söyleme yöntemidir…
Bir kere gerçek bir pazarlık olabilmesi için, devletin işe karışmaması, sendikanın da gerçekten işçi sınıfının örgütü olması ve gereğini yapması gerekir… Türk-İş Konfederasyonu işçilerin değil, devletin ve sermayenin örgütüdür… Kurulduğu 1952 yılından beri hiçbir zaman işçi sınıfının çıkarına kılını kıpırdatmamıştır… Yaptığı yegâne şey ‘açlık ve yoksulluk sınırını’ açıklamaktır… Bunun için bir örgüte ne gerek var… O kadarını birkaç kişi yapardı…
Siz hiç bugüne kadar Türk-İş Konfederasyonu’nun herhangi bir toplumsal soruna dair bir çift söz ettiğini duydunuz mu? Tek parti-tek adam rejiminin geçerli olduğu 1923-46 döneminde işçilerin sendika kurması yasaktı. Esasen yasak sadece işleri angaje etmiyordu. Her türlü dernek kurmak yasaktı. Türkiye’nin egemenlerinin “Küçük Amerika” olma tercihi yaptığı 1946 yılında, Cemiyetler Kanununda bir değişiklik yapılarak sendika kurmanın önü açılıyor… Gerçi sendika kurmak mümkündü ama grev ve toplu sözleşme hakları yoktu… İşçi aidatları da devlet tarafından çok düşük tespit edilmişti… Buna rağmen birçok işkolunda çok sayıda sendika kuruldu.
1950’lerin başında sendikalar daha etkili olacakları düşüncesiyle bir konfederasyon kurmaya karar veriyorlar. Başlarda devlet bunu kendisi için bir tehlike sayıp talebi reddediyor… Fakat bir Amerikalı uzmana bu talepten bahsedildiğinde, uzman, “her biriyle teker teker uğraşacağınıza, bir tek merkezle uğraşmak daha etkili olur” diyor… Ve konfederasyonun kurulmasına izin çıkıyor… O tarihten sonra sendikacılar “bilgilerini ve görgülerini artırmak üzere” ABD’nin yolunu tutuyor…
Gerçi 1961 Anayasa’sı sendikalara grev ve toplu sözleşme hakkını tanıyordu ama uygulama Bülent Ecevit’in Çalışma Bakanı olduğu 1963 yılında 274 sayıla Sendikalar ve 275 sayılı Grev ve Toplu Sözleşme Kanunuyla hayata geçiyor… 1963’den 12 Eylül 1980 NATO’cu, Amerikancı askeri darbe dönemine varan süreçte işçi sınıfı önemli kazanımlar elde ediyor…
Darbe, Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK’i) yasakladı… Fakat Türk- İş sadece yasaktan muaf olmuyor… Konfederasyonunun genel sekreteri Sadık Şide cunta hükümetinin Çalışma Bakanı oluyor… Konfederasyon başkanı İbrahim Denizcier, Cunta lideri Kenan Evren’e destek mesajında: “Milletin bağrından çıkan ordumuzun tam bir bütünlük içinde milletimize huzur ve güven veren bu davranışının milletimiz ve memleketimiz için hayırlı olmasını temenni ile Türk-İş topluluğu adına saygılarımı arzederim” diyordu… “Milletin bağrından çıkan ordu” tam bir devlet terör rejimini dayattı… O tarihten sonra tüm sınırlı kazanımlara savaş ilan edildi…
Sendikalardaki yozlaşmanın başlıca nedeni profesyonelliktir. Herhangi bir işçi örgütüne [ve sol örgüte] profesyonellik girdiği anda o örgüte öldürücü bürokrasi virüsü da nüfûz etmiş demektir. Mesleği sendikacılık olan biri için asıl kaygı, kendi konumunu, statüsünü ve çıkarlarını güvence altına almak, velhasıl iktidarda kalmaktır. Sendika büyüdükçe bürokrasinin gücü de artar.
Marx, Paris Komünü’yle ilgili bir yazıda, sendikalardaki bürokratik yozlaşmaya karşı iki önlem önermişti: İşçi örgütünde profesyonel olarak çalışanlara kalifiye bir işçinin ücretinden fazla ücret ödememek ve sendika yöneticilerinin iki yıldan fazla profesyonel olarak çalışmasını izin vermemek, rotasyon yoluyla bürokratik bir kastın oluşmasını önlemek… Bugünün dünyasında bu önlemlerden birincisinin etkinliği tartışmalıdır. Zira o dönemde ortalama işçi ücretleri sefalet ücretleriydi, bugünkü seviyelerin çok altındaydı. İkincisi, sendika yöneticilerinin geliri sadece aldıkları ücretten ibaret değildir. Sendikanın kaynaklarını ‘kollektif’ olarak tasarruf etme hakkına sahip oldukları için, hayat standartları sıradan işçiyle karşılaştırılamayacak kadar yüksektir. Sendika fonlarını kolektif olarak kullanarak reel gelirlerini yükseltmenin yolunu buluyorlar. İkinci önlem daha etkili gibi görünse de bir başına bürokratik yozlaşmayı önlemenin garantisi değildir.
işçilerin örgüte yabancılaşmasının, bürokratlaşmasının nedenlerinden biri de aidatların check-off yöntemi denilen sistemle, işyerleri [kapitalist patron ve devlet] tarafından kesilip topluca sendika yönetimine teslim edilmesidir. Bir bakıma para sendika yöneticilerine gümüş tepside sunuluyor… Oysa işçinin aidatını kendi ödemesi, örgütle ilişkisini artıracaktır… Memur sendikalarında durum daha da vahim, aidatlar devlet tarafından ödeniyor…
İşçi sınıfının, bir bütün olarak emekçilerin, burjuva devletin kitleleri aldatmak, oyalamak için peydahladığı komisyonlarda bir şeyler kazanması mümkün değildir. Ancak fabrikalarda, sokaklarda, meydanlarda bir şeyler kazanmak mümkündür… Her zaman olduğu gibi, 10 Aralık’ta başlayacak ‘ücret tespit komisyonunda’, sermayenin ve devletin uygun gördüğü rakam açıklanır, daha fazlası değil… Aslında arzulanır bir iyileştirme için reel enflasyon düzeyinin üstünde bir artış sağlamak ve eşel – mobil sistemiyle de her enflasyon ve verimlilik artışını esas alan bir yöntem geliştirmek gerekiyor… İşçileri, memurları, emeklileri ve bir bütün olarak toplumu yoksullaştırmak bilinçli bir devlet politikası haline gelmişken, yüzde artışlarla bir iyileşme sağalmak asla mümkün değildir…
Velhasıl işçi sınıfının ve bir bütün olarak emekçi kitlelerin rejimin niteliğini tartışabilme ve gereğini yapma zamanı artık gelmiş olmalıdır… Zira eski kafayla, eski yöntem ve araçlarla bir şeyler kazanmak mümkün değildir… Bu ülkenin tüm zenginliğini üretenlerin/yaratanların dayatılan sefil süreci tersine çevirmesine, haysiyetli bir duruş ortaya koymasına bir engel var mı?