Slavoj Žižek
Sol politikanın aşırılıklarındaki en son moda, Me Too’nun* tuhaf bir versiyonu: “Sol’un, Sağcı popülizmin yükselişinden ders alması gerekir, biz de popülizm oyuna katılabiliriz…” Sol popülizmin fiili olarak kazanım getirdiği ve işe yaradığı tekrar tekrar söyleniyor. Peki Sol popülizm nerede ve nasıl çalışıyor? Ciddi bir güç haline geldiği her yerde, Latin Amerika’dan İspanya’nın Podemos’una kadar ölümcül bir sınıra takılıp tökezledi. Corbyn’in İşçi Partisi’ne gelince, politikalarına popülist demek pek anlamlı olmaz (ayrıca henüz iktidara gelmedi, asıl sınav o noktada gelecektir). Nigel Farage’den Boris Johnson’a Sağcı popülist tutkulara karşı, bugünün İşçi politikası tam olarak rasyonel pragmatik tartışmanın zaferidir – bazı önerilere karşı çıkmak mümkün olsa da tartışmanın çizgileri her zaman nettir. Tutku patlamalarına Corbyn’den daha uzak bir politikacı hayal edilebilir mi? (Yanlış anlamayın, bana göre bu, Corbyn’in en iyi yönü.)
Mülteci krizi hakkında
Tek başına bu gerçek, Sol popülistlerin soğuk pragmatik-rasyonel tartışma ve tutkulu yüzleşme arasındaki karşıtlığa duyduğu güveni sorunlu hâle getirmektedir. Sol popülistler bu yüzleşmenin sınırlarının olduğu konusunda ısrar etseler de demokratik çerçevenin içinde kalırlar: Karşıtlıkların, tüm tarafların temel demokratik kurallara uyduğu çekişmeli bir rekabete dönüştürülmesi gerekir. Ama ya bu kurallar artık tüm özneler tarafından kabul edilmezse? İki yıl önce, Süddeutsche Zeitung okurlarının mülteci krizi hakkındaki sorularına cevap verirken en çok dikkat çeken soru, sağ-popülist bir kıvrımla tam da demokrasi üzerineydi: Angela Merkel’in kamuoyuna yaptığı ünlü çağrıyla yüz binlerce göçmeni Almanya’ya davet etme kararının demokratik temeli neydi? Demokratik istişare olmaksızın Almanya’da hayata bu denli radikal bir değişikliği getirme hakkını nereden alıyordu? Burada altını çizdiğim husus elbette göçmen karşıtı popülistleri desteklemek değil, demokratik meşruiyetin sınırlarını açıkça ortaya koymak. Aynı soru, mülteciler için sınırların radikal bir biçimde açılmasını savunanlar için de geçerli: Demokrasilerimiz ulus-devlet demokrasileri olduğuna göre bu talep demokrasinin askıya alınması anlamına gelir – nüfusun demokratik istişaresine başvurulmaksızın böyle devasa bir değişimin ülkeyi etkilemesine izin verilmeli midir? (Onların cevabı elbette, mültecilere de oy hakkı tanınmasının gerektiği yönünde olurdu – ama bu, açıkça yeterli değildir, çünkü bu ancak mülteciler ülkenin politik sistemine entegre edildikten sonra gerçekleşebilecek bir tedbir olabilir.) Bir süre önce George Soros’u televizyonda izlerken, Avrupa’nın bir milyon mülteciyi daha kabul etmesi gerektiği fikrini savunduğunu hatırlıyorum. En iyi ve insancıl saiklerine rağmen, bu görüş bir yönüyle beni rahatsız etti: Bir milyarder, Avrupa’daki yerel nüfusun ne düşünebileceği sorusunu bile gündeme getirmeden, bu kadar büyük bir insan topluluğunun yer değiştirmesini destekleme hakkına sahip midir? Yuval Harari, Almanya’da göçmenlerle ilgili olarak süren sorunların bizleri demokrasinin sınırlarıyla nasıl yüzleştirdiğine dikkat çekiyor: Almanların çoğunluğunun karşı oy kullanacağından emin olduklarından göçmenlere yönelik referandum talep eden göçmen karşıtı popülistlerle nasıl mücadele edeceğiz? Öyleyse çözüm, göçmenlere de oy hakkı tanınması mı? Göçmenler arasından kimlere? Zaten Almanya’da olanlara mı yoksa Almanya’ya gitmek isteyenlere mi? Bu hattın sonunda, basit ve kesin bir nedenden ötürü kendi kendini yitiren “dünya çapında yapılacak seçimler” fikrini görüyoruz:
“İnsanlar ancak kendi dışındaki seçmenlerin çoğuyla temel bir bağ paylaşmaları hâlinde kendilerini demokratik seçimlere bağlı hissediyor. Eğer diğer seçmenlerin tecrübesi bana yabancıysa ve duygularımı anlamadıklarına ve hayati çıkarlarıma aldırmadıklarına inanıyorsam, o zaman yüze karşı bir oyla kaybetsem bile kararı kabul etmek için kesinlikle hiçbir nedenim yoktur. Genellikle demokratik seçimler ancak ortak dini inançlar ve ulusal mitler gibi hâlihazırda ortak bağları olan topluluklarda işe yarar. Seçimler, temel meseleler üzerinde zaten hemfikir olan insanlar arasındaki anlaşmazlıkları gidermek için geçerli bir yöntemdir.”1
Bu “temel meseleler üzerine hemfikir olma” hâlinin eksik olduğu durumlardaysa elimizdeki tek prosedür (elbette düpedüz savaş dışında) müzakeredir. (Bu nedenle Ortadoğu’daki çatışmalar seçimlerle değil, yalnızca savaş veya müzakerelerle çözülebilir.) Tanımı gereği müzakere, düşmanlık güden “bize karşı onlar” mantığının aşılması anlamına gelir. Sol popülistlere göre, Sol’un yenilgisinin asıl nedeni, Giddens, Beck ve Habermas gibi isimlerle özdeşleşmiş olan rasyonel argümantasyonun ve teorideki cansız evrenselciliğin savaşçı olmayan tutumudur. Bu post-politik Üçüncü Yol, göçmen karşıtı Sağ popülistler tarafından da başarılı bir şekilde harekete geçirilen “Bize Karşı Onlar” şeklinde tezahür eden düşmanca mantıkla etkin bir şekilde mücadele edemez. Sonuç olarak, bu Sağ popülizmle mücadele etmenin yolu, temel popülist koordinatları korurken (“Onlara karşı Biz” şeklindeki düşmanca mantık, yozlaşmış seçkinlere karşı “halk” mantığı) bunları Solcu içeriklerle dolduracak bir Sol popülizme kaymaktır: Ancak “Onlar” artık yoksul mülteciler veya göçmenler değil, finansal sermaye, teknokratik devlet bürokrasisi vesairedir. Bu popülizm, bilindik işçi sınıfı kapitalizm karşıtlığının ötesine geçer, örneğin Podemos’un İspanya’da yaptığı gibi ekolojiden feminizme, çalışma hakkından ücretsiz eğitim ve sağlık hizmetine kadar pek çok mücadeleyi bir araya getirmeye çalışır.
Rasyonel uzlaşma politikaları
Pragmatik, tutkusuz rasyonel uzlaşma politikaları ile ilgili olarak, ilk önce neoliberalizm ideolojisinin (Liberal Sol versiyonunda da) “rasyonel” bir şey olduğunu unutmamak gerekir: AŞIRI DERECEDE cepheleştirici bir şekilde kendisini kabul etmeyen herkesi tehlikeli anti-demokratik ütopyacılar olarak vahşice dışlar, uzmanlık bilgisi en saf hâlinde ideolojidir vesaire. (Neoliberal ekonomiyi destekleyen) Üçüncü Yol Soluyla ilgili problemler çok pragmatik-rasyonel olması değildi, fakat tam anlamıyla rasyonel olmamasıydı. Rakibinin öncüllerini önceden onaylayan ilkesiz pragmatizm içine işlemişti. Günümüzde sol politikanın, (sadece) yüzleşme arzusuna değil, daha gerçek ve soğuk bir rasyonelliğe ihtiyacı var. Soğuk analiz ve tutkulu mücadele yalnızca birbirini dışlamakla kalmaz, birbirlerine ihtiyaç da duyar.
Cansız evrensellik karşısında çatışmacı politizasyonun, tutkulu yüzleşmenin formülü, kesinlikle haddinden fazla formeldir ve arka planda duran büyük soruyu görmezden gelir: Sol, on yıllar önce çatışmacı “Bize karşı Onlar” mantığını neden terk etti? Kapitalizmdeki derin yapısal değişiklikler, basit popülist seferberliklerle yüzleşilemeyecek değişiklikler yüzünden değil miydi? Sol, çatışmacı yüzleşme stratejisini terk etti çünkü kapitalizmle mücadelesinde yenilgiye uğradı, çünkü küresel kapitalizmin zaferini kabul etti. Peter Mandelson’un dediği gibi, ekonomide hepimiz Thatcher’cıyız, bu yüzden Sol’da kalan tek şey tekil mücadelelerden oluşan bir çeşitlilik: insan hakları, feminizm, ırkçılık karşıtlığı ve özel olarak çokkültürlülük. (İlginçtir, Sol popülist teorinin babası Ernesto Laclau, öncelerde Blair’in Üçüncü Yol siyasetini -sınıf özcülüğünden kurtuluş olarak vesaire- coşkuyla karşılamış olsa da daha sonraları kendisinin bu siyaseti çatışmacı olmayan siyaset tarzı olarak hedef tahtasına yerleştirmiş olduğunu not düşelim.)
Kuşkusuz, Podemos popülizmin en iyi hâlini temsil ediyor: “Kendi çıkarlarının aksine oy veren” ve bu nedenle “aptal” olarak görülen sıradan insanların “dar kafalılığını” küçümseyen kibirli Politik Doğrucu entelektüel seçkinlere karşı, Podemos’un örgütlenme ilkesi, tüm geleneksel Sol ve Sağ modellerin ötesinde, “yukarıdan aşağı” olanlara karşı, halkı dinlemek ve “aşağıdan yukarı” örgütlemektir. Buradaki temel fikir şöyledir: Özgürleştirici politikaların başlangıç noktası gelecekte var olması düşünülen, Komünist -veya her neyse- bir topluma dair soyut vizyonlar değil, sıradan insanların yerel yaşam dünyalarındaki (mahalle, işyeri vesaire) acılar ve adaletsizlik şeklindeki somut deneyimler olmalıdır. (Her ne kadar yeni dijital medya, yeni topluluklar için yer açıyor gibi görünse de, bu yeni topluluklar ve eski yaşam dünyası toplulukları arasındaki fark çok önemlidir: Bu eski topluluklar seçilmemiştir, bu toplulukların içine doğarız ve toplumsallaşmamın alanını tam olarak bu topluluklar oluşturur. Yeni (dijital) topluluklar ise bizleri ilgi alanlarımızla tanımlanan belirli bir alana dahil eder ve bu nedenle benim tercihlerime bağlıdır. Eski “kendiliğinden” toplulukları yetersiz hâle getirmek bir yana dursun, eski toplulukların benim özgür seçimime bağlı olmadığı gerçeği, yeni dijital topluluklara nazaran daha üstün olmasını getirir. Çünkü beni önceden var olan, seçilmemiş bir yaşam dünyasına girmeye mecbur eder ve bu dünyada gerçek farklılıklarla karşılaşıp bunlarla başa çıkmayı öğrenmek zorunda kalırım. Yeni dijital topluluklar ise benim seçimime bağlıdır ve bireyin, komünal yaşamdan önce geldiği ve bu yaşamı seçmekte özgür olduğu yönündeki ideolojik miti sürdürür.) Kuşkusuz bu yaklaşım (çok büyük) bir doğruluk payı içerirken taşıdığı sorun, açık bir şekilde söylemek gerekirse, yalnızca Laclau’nun vurguladığı gibi toplumun var olmadığı değil, “halkın” da var olmadığıdır.
Bu tez, toplumsal kütleyi kat eden tutarsızlığa dair soyut bir teorik ifade olarak ele alınmamalıdır: Oldukça somut, hatta deneyimsel bir gerçeği ifade eder. “Halk” toplumsal bütünselliğin sahte bir adıdır – çağımızın küresel kapitalizminde bütünsellik “soyuttur,” görünmezdir, onu somut yaşam dünyalarında temellendirmenin yolu yoktur. Başka bir deyişle, bugünün küresel kapitalist evreninde, gelenekleri, yaşamsal bağları, dayanışma biçimleri vesaire ile belirli bir yaşam dünyasının üyesi olmanın “somut deneyimi” zaten “soyut” bir şeydir, bu somut partiküler dünyayı yöneten ve düzenleyen süreçler olan finansal veya toplumsal gibi kalın ağları geçersiz kılan partiküler bir deneyimdir. Podemos bir noktada iktidara gelirse buradaki sorunla karşılaşır: Sermayenin gücünü sınırlamak için (standart Keynesyen numaraların ötesinde) hangi spesifik ekonomik tedbirler uygulanacaktır?
Syriza ve Podemos arasındaki fark
Syriza ve Podemos arasındaki fark bu noktada ortaya çıkıyor: Syriza, küresel düzenin Gerçeğine dokundu, sermayenin saltanatını tehdit etti, bu yüzden merhametsizce küçük düşürülmesi zorunluydu. Syriza’nın kahramanlığı, demokratik politik savaşı kazandıktan sonra, Sermayenin yeniden üretilmesinin pürüzsüz akışını bozmak için bir adım daha atma riskini göze almış olmasından gelir. Yunanistan krizinden alınacak ders, Sermayenin nihayetinde sembolik bir kurgu olmasına rağmen bizim Gerçeğimiz olduğudur. Başka bir deyişle, bugünün protestoları ve isyanları farklı seviyelerin birleşimi (örtüşmesi) ile sürdürülüyor ve bu birleşim onların gücünün nedeni oluyor: (“normal” parlamenter) demokrasi için otoriter rejimlere karşı; ırkçılığa ve cinsiyetçiliğe karşı, özellikle göçmen ve mültecilere yönelik nefrete karşı; refah devleti için, neoliberalizme karşı; politika ve ekonomideki çürümeye (çevreyi kirleten şirketler vesaire) karşı; çok partili ritüellerin (katılım vesaire) ötesine geçen yeni demokrasi biçimleri için mücadele ediyorlar ve son olarak küresel kapitalist sistemi sorgulayarak kapitalist olmayan bir toplum fikrini canlı tutmaya çalışmak için mücadele ediyorlar.
Burada her iki tuzaktan da kaçınmak gerekir: yanlış radikalizm (“gerçekte tek önemli olan, liberal-parlamenter kapitalizmi ortadan kaldırmaktır, diğer tüm mücadeleler ikincil önemdedir”) ve yanlış kademeli reformculuk (“şimdi askeri diktatörlüğe karşı, basitçe demokrasi için mücadele ediyoruz, Sosyalist hayallerinizi unutun, onun sırası sonra gelecek, belki…”). Belirli bir mücadeleyi ele almak gerektiğinde temel soru şudur: Bu mücadeleye katılımımız veya ondan ayrılmamız diğer mücadeleleri nasıl etkileyecek? Genel bir kural olarak, 2011’de Orta Doğu’da da olduğu gibi, baskıcı ve yarı demokratik bir rejime karşı ayaklanma başladığında, kalabalık kitleleri harekete geçirmek için kitlelerin zevk duyacağı sloganları kullanıma sokmak kolaydır: demokrasi için, yolsuzluğa karşı vesaire. Ancak bunun ardından gittikçe daha zor seçimlerle karşılaşılır: İsyanımız doğrudan hedefine ulaştığında, bizi gerçekten rahatsız eden şeyin (özgürlüğümüzün olmayışı, aşağılanmamız, toplumsal çürüme, iyi bir yaşam umudunun yokluğu) yeni bir kılıkla sürmekte olduğunu fark ederiz. Mısır’da protestocular baskıcı Mübarek rejiminden kurtulmayı başardılar, ancak yolsuzluk devam etti ve düzgün bir yaşam umudu daha da uzaklaştı. Otoriter bir rejimin yıkılmasından sonra, patriyarkanın yoksullara bakım gibi son izleri de düşebilir ve bu yeni elde edilen özgürlük fiilen hangi sefalet biçiminin seçileceği özgürlüğüne indirgenir. Çoğunluk halen yoksuldur, üstüne üstlük yoksullara, artık özgür olduklarına göre, yoksulluğun kendi sorumlulukları olduğu söylenir. Böyle bir çıkmazda, hedefimizin kendisinde bir kusur olduğunu, bu hedefin yeterince spesifik olmadığını kabul etmek zorundayız. Denebilir ki, standart politik demokrasi aynı zamanda özgür olmamanın en temel şeklidir. Politik özgürlük, yasal çerçeveyi kolaylıkla ekonomik köleliğe uygun hâle getirebilir. İmtiyaz sahibi olmayanlarsa kendilerini “özgür iradeleriyle” köle durumuna sokar. Bu nedenle politik demokrasiden daha fazlasını talep etmemiz gerekir: Öncesinde yüce bir ilkeyi (demokratik özgürlük) tam olarak gerçekleştirememiş olmamızdan kaynaklandığını sandığımız başarısızlığın, aslında bu ilkenin içsel başarısızlığı olduğunu kabul etmemiz gerekir. Bunun anlaşılması, politik pedagojiye dair büyük bir adımdır.
2015 yılının Temmuz ayında Yunanistan krizinde yaşanan çifte U dönüş, yalnızca tragedyadan komedyaya giden bir adım olarak değil, Stathis Kouvelakis’in altını çizdiği üzere, komik sahnelerle dolu bir tragedyadan, doğrudan absürt tiyatroya geçiştir – en spekülatif Hegelyen felsefeciyi bile şaşkına çevirecek, bir aşırıdan tam zıddına doğru bu sıra dışı dönüşü betimlemenin daha iyi bir yolu var mı? AB yetkilileriyle yaptıkları, bir aşağılamanın diğerini izlediği sonsuz müzakerelerden yorgun düşen Syriza, 5 Temmuz gününde referandum çağrısı yaptı ve AB’nin yeni tasarruf tedbiri önerilerini Yunanistan halkının oyuna sundu. Hükümet kendisi HAYIR’ı desteklediğini açıkça beyan etmiş olsa da sonuç hükümet için bile şaşırtıcı oldu: %61’in üzerinde sürpriz bir kahir çoğunluk AB şantajına HAYIR dedi. Dolaşmaya başlayan dedikodulara göre bu sonuç -hükümetin zaferi- Tsipras için bile kötü bir sürpriz oldu. Tsipras kendisi dahi gizlice hükümetin kaybetmesini diliyordu, böylece bu yenilgi onun AB taleplerine boyun eğerken yüzünü kurtarmasına yarayacaktı (“Seçmenin tercihine saygı göstermek zorundayız”). Ne var ki, tam da ertesi sabah Tsipras Yunanistan’ın müzakereleri sürdürmeye hazır olduğunu duyurdu ve birkaç gün sonra Yunanistan, temelde seçmenlerin reddettiğiyle aynı (hatta bazı ayrıntılarında daha da sert) olan AB teklifini müzakereye oturdu. Özetle hükümet referandumu kaybetmiş gibi davrandı, kazanmış gibi değil. Bu noktada popülizmin hakikatiyle karşılaşırız: sermayenin gerçeğiyle yüzleşmedeki başarısızlığı. Muazzam popülist moment (referandum zaferi) derhal kapitülasyona, kapitalist düzen karşısında iktidarsızlığın itirafına döndü. Bu dönüşte basit bir ihanet değil, derin bir gerekliliğin ifadesi söz konusudur.
Laclau, bir çeşit Düşman figürü inşa etmenin, popülizmin içkin gerekliliği olduğunda ısrarcıydı – ki bu yalnızca zayıflığının değil, gücünün de kaynağıdır. Sol popülizm farklı bir Düşman figürü inşa etmelidir, tehdit arz eden ırksal Öteki (göçmen, Yahudi, Müslüman…) değil, bunlar yerine finansal elitler, tutucular ve yenilikçilerin diğer “olağan şüphelileri.” Bu Düşman inşa etme dürtüsü, popülizmin bir diğer ölümcül sınırıdır: Günümüzde nihai “düşman” somut bir toplumsal fail değil, bir bakıma sistemin kendisidir, sisteme ait belirli bir işlev olsa da basitçe faillere atanamaz. Yıllar önce Alain Badiou, kapitalizmle değil, kapitalizmin somut failleriyle mücadele edilir, diyordu – sorun tam da bu noktada ortaya çıkıyor, zira doğru hedef kapitalizmin KENDİSİDİR. Günümüzde neo-Faşist göçmen karşıtı milliyetçiliğin veya ABD’de Trump’ın Düşman olduğunu söylemek kolay görünür. Ama gerçek şudur ki Trump’ın yükselişi, nihayetinde liberal demokratik konsensüsün başarısızlığının etkisidir. Yani, elbette yeni “anti-Faşist” ittifakları ikincisinden ayrı tutmamak gerekse de bu konsensüs, değişmesi gereken şeyin KENDİSİDİR.
Sol popülistler, somut düşmanlara odaklanmaları sebebiyle, küresel sermayeye karşı bir savunma olarak ulusal egemenlik, güçlü ulus devlet gibi fikirlere imtiyaz tanır (Almanya’daki Auferstehen bile temelde bu yolu izler). Bu şekilde pek çoğu hem (tanımı gereği) popülizmi onaylamakla kalmaz, mücadelelerini uluslararası finansal sermayeye karşı bir savunma olarak sunarak milliyetçiliğin dahi altına imza atmış olur. ABD’deki kimi Sol popülistler “nasyonal sosyalizm”2 tabirini kullanmaya başladı bile; bu esnada elbette bunların gizli Naziler olduklarını iddia etmek ahmakça ve adaletsiz olacaktır, ancak yine de enternasyonalizmin her türlü radikal özgürleşme projesinin anahtar bileşeni olduğunda ısrar edilmelidir. Varoufakis’in DIEM’ine karşı ne kadar eleştirel yorumlar geliştirilmiş olsa da, en azından DIEM** küresel sermayeye karşı direnişin kendisinin de küresel olmasının, yeni bir evrenselcilik formu olmasının zorunlu olduğunu açıkça görmektedir. Kesinlikle düşmanlar vardır ve komplolar, tuzaklar konusu basitçe geçilmemelidir. Yıllar önce Fred Jameson’ın açıkça ortaya koyduğu gibi, bugünün küresel kapitalizminde gerçekleşen bazı şeyler, anonim bir “sermaye mantığı” ile açıklanabilecek türden şeyler değildir – örneğin, artık biliyoruz ki 2008 finansal krizi, kimi finansal çevrelerin etraflıca planladığı bir “komplonun” sonucuydu. Ancak, toplumsal analizin gerçek görevi halen çağdaş kapitalizmin bu gibi “komplocu” müdahalelere nasıl alan açtığını açıklamaktır. Yine aynı nedenle “açgözlülük” referansı ve kapitalistlere, toplumsal dayanışma ve sorumluluk sergileme çağrıları yapmak yersizdir: “Açgözlülük” (kâr hırsı) tam da kapitalist ilerlemeyi motive eden şeydir. Kapitalizmin iddiası ise bireysel hırslarla hareket etmenin, ortak faydaya katkı sağlayacağı şeklindedir. O hâlde tekrar, bireysel hırslara odaklanarak büyüyen eşitsizlik sorununa ahlakçı terimlerle yaklaşmak yerine görevimiz sistemi, artık “açgözlü” edimleri teşvik etmeyecek, bunlara izin vermeyecek şekilde değiştirmektir.
‘Vatansever tepkiler’
Burada karşımıza çıkan soruna en iyi örnek, birkaç sene önce Hırvatistan’da gerçekleşenler olabilir. İki kamusal miting eylemi için çağrı yapılmıştı: Sendikalar, hızla artan işsizliğe ve yoksulluğa karşı bir eylem için çağrıda bulunurken Sağcı milliyetçi gruplar da Vukovar’da Kiril alfabesine (burada yaşayan Sırp azınlık için) resmî statü verilmesini protesto ediyordu. İlk mitinge birkaç yüz insan katılırken ikinciye ise yüz binin üzerinde insan katıldı. Sıradan insanlar gündelik hayatlarında bir sorun olarak yoksulluğu, Kiril alfabesi tehdidine nazaran çok daha fazla tecrübe ediyor olsa da, sendikaların retoriği tutkusuz ve ruhsuz değildiyse de kabul etmek gerekir ki insanın “yaşam şekli” ile özdeşleşmesinde, hayli güçlü bir jouissance (haz) ekonomisi çalışmaktadır ve bu “yaşam şekli” sembolik olarak yeniden ifade edilmesi çok zor olan bir Gerçeğin özünü ifade eder. I. Dünya Savaşı patlak verdiğinde Sosyal Demokratların vatansever tepkilerini duyan Lenin’in yaşadığı şoku hatırlayın – halk, yaşam şekli için acı çekmeye hep hazırdır, ta ki “entegre” olmaya hazır olmayan, bugünün mültecilerine dek. Kısacası, sembolik hegemonyanın akıcı öğeleri içerisinde eritilemeyen iki Gerçek vardır (sermayenin gerçeği, etnik özdeşleşmenin gerçeği).
Yapay olarak belirgin bir örneği ele alalım: Seçmenlerin büyük çoğunluğunun göçmen karşıtı popülist propagandaya boyun eğip referandumda sınırları mültecilere kapatma ve halihazırda ülkede bulunan mültecilere hayatı dar etme kararı aldığı bir demokrasiyi hayal edin. Bir de propagandaya rağmen seçmenlerin referandumda dayanışmaya bağlılıklarını ve mültecilere yardımcı olma iradelerini ortaya koyduğu bir ülke hayal edin. Aralarındaki fark, yalnızca objektif değildir, yani mesele bir durumda seçmenlerin gerici ırkçı bir karar, diğer durumdaysa dayanışmayla doğru kararı vermesi değildir. Aradaki fark aynı zamanda “sübjektiftir,” zira her iki örnekte farklı bir politik arzu türü devrededir. Ancak şöyle bir öneride bulunmaktan da çekinmemek gerekir: İlk örnekte insanlar ne kadar içten bir şekilde ikna edilmiş gibi görünürse görünsün, bir şekilde, “içlerinin derinliklerinde” yaptıklarının utanılacak bir şey olduğunu biliyordu – tüm ajite mantık yürütmeleri yalnızca kötü hislerini örtmek içindir. İkinci örnekte ise insanlar bir şekilde yaptıklarının özgürleştirici etkisinin daima bilincindedir: Riskli ve çılgınca bir şey yapmış olsalar da hakiki bir atılım gerçekleştirmeyi başarmışlardır. Her iki örnekte de bir anlamıyla imkânsız olan başarılmıştır, ne var ki tamamen farklı bir şekilde. İlk örnekte kamusal alan mahvedilmiş, etik standartlar düşürülmüştür: O ana kadar özel, kirli dedikoduların konusu olan, kamusal alanda kabul edilmeyen şeyler, açıkça konuşulabilecek şeyler hâline gelir – herkes açıkça ırkçı, cinsiyetçi olabilir, nefret saçabilir, paranoya yayabilir… Günümüzün bu “özgürleşme” modeli elbette, dedikleri gibi “başkalarının ancak aklından geçirdiği şeyleri herkesin ortasında söyleyen” Donald Trump’tır. İkinci örnekte çoğumuz insanlara daha çok güvenmediğimiz için utanç duyarız: Referandumdan önce bizler sessizce yenilgiyi bekliyorken seçmenlerin etik dengesi bizi şaşırtır. Böylesi “mucizeler” için yaşamaya değer.
Peki, böyle “mucizeler” için zemini nasıl hazırlayacağız? “Bizim” insanlarımızı göçmen ve mültecilerin hakları için mücadele etmek üzere nasıl harekete geçireceğiz? Prensipte, yanıt basittir: Mülteci mücadelesinin feminist mücadele ile, ekolojik mücadele vesaire ile eklemlendirmeye çalışmalıyız. Ne var ki, böyle kolay bir yol sadece retoriktir ve geri alınması çok zor olan (ve tabii ki ideolojik olarak belirlenmiş olan) “deneyimin” aksi yönünde ilerler. Daha derinlikli olarak, günümüzdeki durum program ile “gerçek insanların” doğrudan deneyimi arasında dolaysız bir bağ kurulmasına izin vermez. Klasik Marksizm’in temel öncülü, proletaryanın merkezî rolüyle insanlığın kendini en derin teorik görüşlerin en somut sömürü ve yabancılaşma deneyimlerinde yankı bulduğu, eşsiz bir durumda bulduğu yönündedir. Ne var ki, günümüzün karmaşık durumunda benzer bir stratejinin uygulanabilir olup olmadığı da hayli şüphelidir. Sol popülistler elbette tam da bu yüzden Marksizm’in imtiyazlı özgürleştirici özne olarak proletaryaya bel bağlamayı bırakıp hiçbir başarı garantisi olmadan yeni bir hegemonik “denklikler zinciri” kurmak için uzun ve zorlu bir inşa çalışmasına girişmemiz gerektiğinde ısrar eder (Feminist mücadele, özgürlük mücadelesi ve göçmen hakları mücadelesinin tek bir büyük Mücadelede bütünleşeceğinin hiçbir teminatı yoktur). İfade etmeye çalıştığım şey, bunun dahi haddinden fazla soyut ve biçimsel olduğudur. Sol popülistler bana şu hikâyeyi hatırlatıyor: Endişeli bir hasta doktora gidip ne yapacağını sorunca doktor şöyle yanıt verir: “Git bir doktora görün!” Asıl sorun, biçimsel bir prosedür sorunu (çatışmacı yüzleşme karşısında pragmatik birlik arayışı) değil, gerçek ve güçlü bir sorudur: Küresel sermayeye nasıl bir hamleyle karşılık vereceğiz? Küresel kapitalist sisteme bir alternatifimiz var mı? Bugün gerçek bir Komünist iktidarı hayal edebiliyor muyuz? Elimizde kalanlar felaket (Venezuela), kapitülasyon (Yunanistan) veya kontrollü bir şekilde kapitalizme tam dönüş (Çin, Vietnam).
Açık ekonomik itki
Çin’de Marksist toplumsal kuramda yapılan resmî girişimler, temelde bugünün dünyasının Soğuk Savaş dünyasıyla aynı kaldığını gösteren bir tablo çizmeye çalışmaktadır: Kapitalizm ile Sosyalizm arasındaki dünya çapındaki mücadele tüm şiddetiyle devam etmektedir, 1990 fiyaskosu sadece geçici bir başarısızlıktır, bugün büyük rakipler artık ABD ile SSCB değil, ABD ile hâlen Sosyalist bir ülke olan Çin’dir. Çin’deki kapitalizm patlaması, Sovyetler Birliği’nin erken döneminde NEP*** (Yeni Ekonomi Politikası) olarak adlandırdıkları şeyin devasa bir örneği olarak okunabilir; yani Çin’de gördüğümüz, yeni bir “Çin özelliklerine sahip sosyalizm” ama yine de Sosyalizmdir – Komünist parti iktidarda kalarak piyasa güçlerini sıkıca kontrol eder ve yönlendirir. Domenico Losurdo bu meseleyi ayrıntılandırarak devrimden hemen sonra yeni bir Komünist toplum kurmak isteyen “saf” Marksizm’e karşı çıktı ve aşamalı yaklaşımları, geri dönüşleri ve başarısızlıkları içerisinde barındıran daha “realist” bir görüşü savundu. Roland Boer, 2016 yılı Eylül ayında Şangay’ın kalabalık bir caddesinde çay içerken Losurdo’nun unutulmaz imgesini anımsıyordu:
“Bütün keşmekeşin, trafiğin, reklamların, dükkanların ve mekânın açık ekonomik itkisinin ortasında Domenico şöyle dedi: ‘Bunlardan memnunum. Sosyalizmin elinden gelen bu!’ Şaşkın bakışlarımı gülümseyerek yanıtladı: ‘Reformu ve açılımı kesinlikle destekliyorum’.”3
Ardından Boer, bu “açılım” argümanını sürdürür:
“Üretim ilişkilerine, sosyalist eşitlik ve kolektif emeğe çok fazla çaba yöneltildi. Bunların hepsi çok iyi, ama eğer herkes basitçe yoksul olduğu için eşitse, bundan çok az kişi fayda görür. Deng ve onunla çalışan diğerleri Marksizm’in başka bir boyutunu vurgulamaya başladı: üretim güçlerini zincirinden salmak.”4
Ne var ki Marksizm için “üretim güçlerini zincirlerinden salmak,” üretim ilişkilerinin asıl amacıdır ve “başka bir boyut” değildir – Marx’ın klasik formülasyonu şöyledir:
“Toplumun maddi üretici güçleri, gelişmelerinin belirli bir aşamasında, o zamana kadar içinde çalıştıkları mevcut üretim ilişkileriyle ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkileriyle çatışmaya girer. Bu ilişkiler, üretici güçlerin gelişme biçimleri olmaktan çıkıp onlara ayak bağı olur. İşte o zaman toplumsal devrim çağı başlar.”5
İroni şu ki Marx için kapitalist üretim ilişkileri, üretim araçlarının daha ileri gelişimine engel hâline geldiği zaman, öyle ki bu gelişim ancak kapitalist piyasa ekonomisinden toplumsallaşmış ekonomiye (ani ya da aşamalı) bir geçişle sağlanabildiği zaman Komünizm yükselir. Deng Hsiao-Ping’in “reformları” ise Marx’ı baş aşağı çevirir – belirli bir noktada, Sosyalizmin ekonomik gelişimini sağlamak için kapitalizme dönmek zorunludur… Bu noktada aşılması zor derecede, daha da ironik olan bir şey var. 20. yüzyıl Solu, modernitenin iki temel eğilimine muhalefetiyle tanımlanıyordu: agresif bireyciliği, yabancılaştırıcı dinamikleriyle sermayenin hüküm sürmesi ve otoriter-bürokratik devlet iktidarı. Günümüz Çin’inde karşılaştığımız tam da bu iki özelliğin en aşırı biçimlerinin bileşimidir: güçlü otoriter devlet ve vahşi kapitalist dinamikler. Günümüzde Sosyalizmin en etkili biçimi bu mu olacaktı?
Bu bakış açısından Çin’in son on yıllardaki ekonomik başarısı kapitalizmin üretici potansiyelinin kanıtı olarak değil, Sosyalizmin kapitalizme üstünlüğünün kanıtı olarak yorumlandı. Vietnam, Venezuela, Küba ve hatta Rusya’yı sosyalist ülkeler olarak sayan bu görüşü sürdürmek için yeni Sosyalizme toplumsal olarak hayli muhafazakâr bir kılıf giydirmek gerekir. Sosyalizmin böyle rehabilite edilmesinin açıkça Marx’a karşıt olmasının tek nedeni bu değildir; kapitalizmin devlet iktidarının türü ile değil, kapitalist üretim ilişkileri ile tanımlandığı şeklindeki temel Marksist tespiti de tamamen görmezden gelir.6
Yine de Çin’in bu konumunda kısmî bir hakikat olduğunu kabul etmek gerekir: En vahşi kapitalizmde bile devlet aygıtını kimin kontrol ettiği önemlidir. Klasik Marksizm ve neo-Liberalizm ideolojilerinin her ikisi de devleti, sermayenin yeniden üretimine itaat eden ikincil bir mekanizmaya indirgemeye meyillidir. Böylelikle her ikisi de devlet aygıtının ekonomik süreçlerde oynadığı aktif rolü hafife alır. Bugün (belki de her zamankinden çok) kapitalizmi, devletleri kontrol eden Hain Kurt olarak fetişleştirmemek gerekir: Devlet aygıtları ekonomik süreçlerin tam da kalbinde aktiftir, sermayenin legal ve diğer (eğitimsel, ekolojik…) yeniden üretim koşullarını garanti etmekten çok daha fazlasını yapar. Devlet, pek çok farklı biçimde doğrudan ekonomik bir özne olarak aktiftir (batan bankalara yardım eder, seçtiği sektörleri destekler, savunma ve diğer ekipmanları sipariş eder). Günümüzde ABD’de üretimin yaklaşık %50’si devlet vasıtasıyla gerçekleşir (geçen yüzyılda ise bu yüzde 5 ila 10 arasındaydı). Marksistlerin, devletin hem doğrudan ekonomik bir özne olduğu hem de yasal düzenlemeleri yaptığı devlet Sosyalizminden bu dersi almış olmaları gerekirdi. Devlet Sosyalizmi her ne idiyse, kapitalist sınıfı olmayan bir devletti. Marksist analiz şüphe çeken “devlet kapitalizmi” kavramını, bunu açıklamak için kullanmıştı. Ama eğer kapitalist bir sınıf olmadan kapitalist bir devlet olabiliyorsa, kapitalistlerin ekonomide güçlü bir rol oynadığı, kapitalist olmayan bir devleti ne ölçüde hayal edebiliriz? Patlamaya hazır toplumsal eşitsizlikleri güçlü otoriter devletle birleştiren Çin modeli kesinlikle özgürlük mücadelesi için model olamaz, ancak yine de toplumsal hayatın kimi alanlarında kapitalizmin öğelerine başvuran ve kapitalist olmayan güçlü bir devlet imkanını a priori olarak (önsel olarak, önden, denemeden -Ç.N.) yok saymamak gerekir: Sermaye mantığının toplumsal bütünlük ilkesini fazlaca belirlemesine izin vermeden kapitalizmin sınırlı öğelerine ve alanlarına tahammül etmek mümkündür.
Peki bu noktada popülist tutkuya ne olur? Ortadan kalkar, ortadan kalkmak zorundadır. Popülizm iktidar olduğunda önümüzdeki seçim buna isim vermektir: Maduro (hakiki popülizmden otoriter versiyonuna toplumsal çürüme ile geçiş) ya da Deng Hsiao-Ping (otoriter-kapitalist normalleşme, Konfüçyüs’e ideolojik dönüş). Popülizm, bir acil durumda büyüyüp gelişir ve tanımı gereği sürdürülemez. Dışsal bir düşman figürüne ihtiyaç duyar. Çartizm’i**** neden popülizm olarak ele almamız gerektiğine dair Laclau’nun kendi isabetli analizine bakalım:
“Baskın ana motifi, toplumdaki kötülükleri ekonomik sisteme içkin bir şey olarak değil, tam tersi, politik iktidarı kontrol eden spekülatif parazit grupların güçlerini suistimal etmesiyle, Cobbett’in sözcükleriyle ‘eski çürüme’ ile açıklamaktır. […] Bu nedenle hâkim sınıfların en güçlü biçimde seçilen özelliği atıllığı ve parazitliği olmuştur.”7
Sistem değil sistemi bozanlar
Başka bir deyişle, popülistler için sorunların kaynağı nihai olarak sistem değil, sistemi bozan işgalcilerdir (kapitalistler değil, finansal manipülatörler vesaire); yapıya kazınmış ölümcül bir kusur değil, yapı içerisinde rolünü doğru oynamayan bir öğedir. Marksistler içinse (Freud’cular için de olduğu gibi) bilakis, patolojik olan (bazı öğelerin sapkın kötü davranışı) normalin semptomudur, “patolojik” patlamaların tehdit ettiği yapının tam da kendisinde neyin yanlış olduğunun göstergesidir: Marx’a göre ekonomik krizler, kapitalizmin “normal” işleyişini anlamak için anahtar görevi görür. Freud’a göreyse histerik patlamalar gibi patolojik fenomenler, “normal” bir öznenin oluşumunu (ve işleyişi sürdüren gizli çelişkileri) anlamak için bir anahtar sunar. Bu nedenle popülizm, milliyetçi olmaya meyillidir, (dışsal) düşmana karşı halkı birlik olmaya çağırır. Marksizm ise her bir topluluğun sınırlarını aşan içsel yarığa odaklanır ve hepimiz bu yarığı tecrübe ettiğimiz için uluslararası dayanışmaya çağırır.
Kabul etmesi zor gerçek “sıradan halkın bir şey BİLMEDİĞİDİR,” hiçbir gerçek görüş ya da tecrübeye sahip değildirler, herkes kadar kafası karışık ve yönünü şaşırmış haldedirler. Yaptığım bir konuşmadan sonra gelişen bir tartışmayı hatırlıyorum. Podemos’un taleplerinin (çürümüş iktidar yapılarından kurtulmak, halkın gerçek çıkarları ve endişelerini temel alan gerçek bir demokrasi) toplumun nasıl yeniden örgütleneceğine dair hiçbir net fikir içermediği iddiama tepki gösteren bir Podemos destekçisiyle yaptığımız kısa bir fikir alışverişiydi. İddiamı şöyle yanıtladı: “Ama bu bir ayıp değil, çünkü Podemos’un tek istediği şey, iddia ettiği gibi olan, demokratik bir sistem, başka bir sistem değil!” Kısacası Podemos, semptomları olmadan mevcut sistemi istiyordu. Buna verilmesi gereken sert yanıt, işe bununla başlamakta bir sorun olmadığı, ama önünde sonunda semptomların (yolsuzluk, başarısızlık vesaire) sistemin bir parçası olduğunu fark edecek olan güçlerin de biz olduğu bir anın geleceği şeklinde olmalıdır. Öyle ki bu semptomlardan kurtulmak istiyorsak sistemin kendisini değiştirmemiz gerekir.
Günümüzde radikal politikanın üçüncü versiyonu, bir felaketi beklemektedir: Pek çok radikal arkadaşım kişisel sohbetlerimizde, ancak büyük bir ekolojik felaketin, ekonomik iflasın veya savaşın, insanları radikal bir değişim için harekete geçirebileceği düşüncesini bana aktarıyor. Ama bu felaket bekleme hâli, kendi zaten bir felaket, mutlak yenilginin kabulü değil midir? Bu çıkmazda düzgün bir yön bulabilmek için, çıkar politikalarının kaçınılmaz sınırlarının farkına varılması gerekir. Almanya’daki die Linke gibi partiler, işçi sınıfı bileşenlerinin çıkarlarını etkili biçimde temsil etmektedir: daha iyi sağlık ve emeklilik şartları, daha yüksek ücretler vesaire. Bu ise onları otomatik olarak mevcut sistemin sınırları içerisine hapseder ve bu nedenle gerçek bir özgürleşme için yeterli olamazlar. Çıkarları sadece takip etmek yeterli değildir; çıkarlar, çıkara indirgenemeyecek olan fikirlere dayanarak yeniden tanımlanmalıdır. Bu nedenle Sağcı popülistlerin iktidara geldiğinde bazen etkili bir şekilde işçilerin çıkarına olan önlemleri uygulamaya koyması paradoksuyla tekrar tekrar karşılaşmaktayız. Polonya’da PiS (Hukuk ve Adalet, iktidardaki Sağcı popülist parti) Polonya’nın çağdaş tarihindeki en geniş toplumsal transferleri hayata geçirmeyi başarmıştır. Marine le Pen’in Fransa’da yapmaya söz verdiği şeyi PiS yaptı: hiçbir Sol partinin düşünmeye dahi cesaret edemediği toplumsal transferler, tasarruf karşıtı önlemler ile ulusal kimliği öne çıkararak mülteci tehdidine yönelen düzen ve güvenlik sözünün bir birleşimi. Sıradan halkın iki büyük endişesine doğrudan hitap eden bu birleşimi kim yenebilir? Resmi “Solun” (çokkültürlülük vb. hakları savunurken) tasarruf politikalarını uygulamaya koyduğu, popülist Sağın ise (zenofobik, milliyetçi gündemlerini sürdürürken) tasarruf karşıtı önlemleri izleyerek yoksullara yardım ettiği tuhaf ve sapkın bir durumu ufukta sezmek mümkün. Hegel’in die verkehrte Welt, “tersine dünya” dediği şeyin son örneği… Buna gösterilecek bariz popülist tepki şudur: “Normal” devleti yeniden kurmayalım mı? Yani Sol, popülist Sağ’ın uygulamaya koyduğu tasarruf karşıtı önlemleri, yanında gelen ırkçı-milliyetçi bagaj olmadan hayata geçirmemeli midir? Kulağa “mantıklı” gelse de, bu tam da yapılamayacak olan şeydir: Sağ bunu yapabilir, ÇÜNKÜ tasarruf karşıtı önlemler, ırkçı-milliyetçi ideolojiye eşlik eder ve bu ideolojik kılıf, tasarruf karşıtlığını kabul edilebilir kılan şeydir.
Bu mantık, ancak büyük bir Sağcı liderin Solcu bir güçle tarihsel bir anlaşmaya varabileceği gerçeğine benzerdir: Ancak Nixon Çin’le bağlantılar kurabilir ya da Vietnam ile barışa varabildi, ancak de Gaulle Cezayir’in bağımsızlığını tanıyabildi. Solcu bir lider için böylesi bir adım kendi kendini yok etmek anlamına gelir. Günümüzde, bunun tam zıddı örneklerimiz de var: ancak Solcu Syriza, Yunanistan’da tasarruf tedbirlerini uygulamaya koyabilirdi – Bunu Sağcı bir hükümet yapsaydı, bir eylem patlamasını tetiklemiş olurdu. Daha genel bir düzeyde tüm bunların anlamı şudur: Hegemonik bir denklikler zincirinde öğelerin konumları, diğer öğelerin bileşimleri tarafından belirlenir. Radikal bir sömürgecilik karşıtı mücadelenin sömürgeci iktidar tarafından tanınması, Solcu politikalarla eşlendiği yerde çok daha “doğal” bir zincirin halkası olurken genel bir muhafazakâr yönetimle daha kolay bağdaştırılabilir.
Popülizm işe yaramaz
Nihayetinde popülizm ASLA işe yaramaz. Sağcı versiyonunda tanımı gereği hilelidir: Sahte bir düşman figürü inşa eder -temel toplumsal çelişkiyi kararttığı için sahte (“sermaye” yerine “Yahudiler” vesaire) ve bu şekilde popülist retorik, tam da karşısına dikilmiş gibi göründüğü finansal elitlere hizmet eder. Sol versiyonunda ise daha karmaşık, Kantçı bir anlamda sahtedir. Belirsiz fakat ilgili bir benzetme yapacak olursak diyebiliriz ki Düşmanın çatışmacı bir ilişkide inşa edilmesi Kant’ın şematizminin rolünü oynar: Teorik kavrayışımızı (soyut toplumsal çelişkilere dair farkındalık) pratik-politik uğraşlara tercüme etmemizi sağlar. Badiou’nun “kişi kapitalizmle mücadele edemez” ifadesini böyle okumalıyız: Mücadelemizi, kapitalizmin temsilcileri gibi çalışan somut aktörlere karşı faaliyete “şematize” etmemiz gerekir. Ne var ki, Marksizm’in temel iddiası tam da bu şekilde gerçek bir düşman varmış gibi yapılacak bir kişileştirmenin yanlış olduğudur. Eğer bu şartsa, bir çeşit şart yapısal illüzyondur. O halde, Marksist politika, takipçilerini (ve kendini) devamlı yanlış yönlendirdiğini bile bile manipüle mi etmeli? Marksist çaba, bu içsel gerilime mahkûm hâldedir ve bu sorun ‘şimdi Düşmanla savaşalım, sonra sistemin kendisini daha temelden elden geçirmeye geçeriz’ iddiasıyla çözülemez. Sol popülizm, iktidarı ele geçirdiği an Düşmanla savaşma sınırına takılıp kalır.
Günümüzdeki gibi bir durumda Sol popülizmin ölümcül kusuru açıkça görülebilir: Taraftarlarının gücü sandığı şey onun asıl zayıflığıdır, yani Düşman figürü inşası ve bununla mücadeleye odaklanmasıdır. Bugün ihtiyacımız olan şey, her şeyden önce sorunlarımızla nasıl yüzleşeceğimize dair pozitif vizyonlardır -ekolojik felaket tehdidiyle, küresel kapitalizmin istikrarı bozan gerekleri, zihinlerimizin dijitalleşmesinin tuzakları… Yani ihtiyacımız olan şey sadece büyük finansal kurumlarla mücadele etmek değil, yeni finansal politika biçimleri hayal etmek, şu gibi sorulara gerçekleştirilebilir cevaplar vermektir: Tamam da iktidara gelirseniz finansı siz nasıl organize edeceksiniz? Mücadele sadece duvarlara karşı, sınırların açılması için verilmez, artık mülteci üretmeyecek yeni toplumsal ve ekonomik modeller hayal etmek için verilir. Günümüzde, her zamankinden daha çok, sistemimiz öyle derin bir krize yaklaşıyor ki artık onu taleplerimizle bombardımana tutamayız, sorunsuzca işlev göstermeye devam etmesini ve bir şekilde taleplerimizi karşılamasını bekleyemeyiz.
Sol popülistlerin buna karşı göze görünen argümanı tabii ki şöyledir: Ama Sol popülizmin ayrıntılı bir alternatif toplum vizyonu sunmaması tam da kendi avantajına değil mi? Bu açıklık radikal demokratik mücadeleyi karakterize eden özelliktir. Önceden kararlaştırılmış reçeteler yoktur, kısa vadeli hedefler değiştikçe yeni düzenlemeler sürüp gidecektir… Tekrar ifade etmek gerekirse, bu düz yanıt çok basittir ve Sol popülist mücadelenin “açıklığının” bir geri çekilme, kapitalizmin kilit sorununu ele almaktan kaçınma temelinde var olduğu gerçeğini karartır.
O halde, günümüzde radikal bir değişim hayal dahi edilemiyorsa radikal mücadelede neden ısrarcı olalım? Çünkü içerisinde bulunduğumuz küresel badire bunu talep ediyor: Muhtemel bir ekolojik felaketle, biyogenetik ve dijital denetimin hayatlarımız üzerindeki tehditleriyle vesaire baş etmemiz sağlayacak olan şey ancak radikal bir değişim olabilir. Bu görev ne kadar imkansızsa, en az o kadar da gereklidir. Onlarca yıl önce, İrlanda meclisindeki bir konuşmasında dönemin milletvekili Gerald Fitzgerald, bir teklifi reddetmek için beylik bir hikmetli sözü Hegelvarî bir şekilde tersine çevirmişti: “Teoride iyi olabilir ama pratikte iyi değil” yerine karşı argümanı şöyleydi: “Pratikte iyi olabilir ama teoride yeterince iyi değil.” Sol popülizmin durumu da bu: Sol popülizmi tamamen desteklemeden, ona kısa vadeli pragmatik bir tavizin bir parçası gibi davranmamız gerekir. En azından Podemos gibi en iyi örneklerini desteklememiz gerekir. Ama illüzyonlara kapılmadan, nihayetinde başarısız olacağını bilerek ve bu başarısızlıktan yeni bir şeyin ortaya çıkacağı umuduyla…
* Ç.N.: 2006 yılında kadınların özellikle iş yerinde cinsel şiddete karşı “#MeToo” (Ben de) etiketiyle sosyal medyada başlattıkları görünürlük ve ifşa kampanyaları, 2017’de Holywood oyuncuları arasında yaygınlaşarak büyük yankı ve etkili sonuçlar getirmişti. Zizek ise MeToo hareketi hakkında şöyle diyor: “MeToo artık önceden olduğu şey değil. Gerçek toplumsal sorunlara temas etmiyor. Prensip olarak MeToo hareketine destek olmamız gerekir, bu çok büyük bir olay. Belki de sınıflı toplumların ilk ortaya çıkışından da öncesine, kabile toplumlarına dayanan basit cinsiyetler arası ilişki modeli, erkeklerin baskın rolü vesaire, günümüzde adım adım yok oluyor. Radikal biçimde yeni bir şey ortaya çıkıyor. Ama özellikle bu nedenle, MeToo hakkında hayli dikkatli ve eleştirel de olmalıyız. 10 yıl önce MeToo’yu başlatan siyah kadınlar da MeToo’nun artık başka bir şey olduğunu söylüyor. MeToo’nun amacı kitlesel bir kadın hareketi olarak, özellikle siyah kadınların gündelik varoluş ıstıraplarının, üzerlerindeki gündelik sömürünün kamusal alana taşınmasıydı, Holywood yıldızlarının sesi olmak değil. MeToo patladığında ise üst orta sınıflar tarafından sahiplenildi.” Bkz. https://youtu.be/ai_UAPaoEW4
1 Yuval Noah Harari, Homo Deus: Yarının Kısa Bir Tarihi, Londra, Harvill Secker, 2016, s. 249.
** Ç.N.: Tam adı “Democracy in Europe Movement 2025” (Avrupa’da Demokrasi Hareketi 2025) olan, eski Yunanistan Ekonomi Bakanı Yanis Varoufakis ve Hırvat filozof Srećko Horvat tarafından 2016 yılında kurulmuş tüm Avrupa’da faaliyet gösteren politik hareket. http://diem25.org
2 Olay Eylül 2018’de Amherst, Massachusetts’teki Radikal Ekonomi Birliği konferansında gerçekleşti.
*** Ç.N.: NEP (Novaya Ekonomiçeskaya Politika) Yeni Ekonomi Politikası, Rus ekonomisini çöküşten kurtarmak amacıyla Lenin tarafından ortaya konan ekonomik politikadır. Bazı özel işletmelere izin verilerek küçük işletmelerin kapitalizmde olduğu gibi kâr mantığıyla devam etmesini içeren politikada sosyalist devlet, bankaları, büyük sanayi kuruluşlarını ve dış ticareti tekel olarak kontrol etmeye devam etmiştir. Köylülerden fazla tarımsal ürün alımı durdurulmuş, bunun yerine ürün üzerinden vergi alınmaya başlanmıştır.
Bkz. https://tr.1wikipedia.org/wiki/Yeni_Ekonomi_Politikası
- 3 https://stalinsmoustache.org/2018/07/01/the-passing-of-domenico-losurdo/
- 4 A.g.e.
- 5 Orijinal alıntı şu adresten yapılmıştır: https://www.marxists.org/archive/marx/works/1859/critique-pol-economy/preface.htm
- 6 Bu görüş için, diğerlerinin yanı sıra bkz. Uluslararası Eleştirel Düşünce (Routledge) Cilt 7 / No 1 (Mart 2017), özellikle Domenico Losurdo, William Jefferies, Peggy Raphaelle ve Cantave Fuyet’in metinleri.
- **** Çartizm: 1838’den 1850’ye kadar olan dönemde, İngiltere’de, politik reformlar için işçi sınıfının verdiği mücadeleye ve bu mücadele etrafında şekillenen işçi hareketine verilen isim. https://tr.1wikipedia.org/wiki/Çartizm
- 7 Ernesto Laclau, On Populist Reason (Popülist Mantık Üzerine), Londra: Verso 2005, s. 90.
Kaynak: Demokratik Modernite
Çeviri: Oğul Köseoğlu