Nevin Ferhat-Kemal Baş
Bir yer isteği, yer değiştirdiğimiz mekanlar boyunca bizimle birlikte dolaşır. Bu istek bir yanıyla da sahip olunanı ve işgal edileni işaret eder. Öte yandan yer arzusu bir tür gereksinim olarak tezahür etmeden önce yaşam mekana dışsaldı. İnsan mekan ile sınırlanmamış; insanın aidiyet duygusu ve sahip olma isteği yaşamın doğal akışına bağlıydı. Yaşamı ve anılarımızı taşıyacak bir yer özlemi ise zaman içinde en önemli problem olarak ortaya çıkar. Bu problem, bizi yönü belli olmayan bir devinime, bir yere doğru sürükler. Geçmişi istenilmez kılan ve geri dönüşü imkansızlaştıran bu değişim nedeniyle geçmiş yalnızca bir görünüş, bir hatıra olarak kalacaktır. Hasankeyf’in (Heskîf) fotoğraflarına bakarken de aynı duyguları ve aynı çaresizliği hissetmiyor muyuz? Çünkü orası artık ne yaşanabilir, ne de görülebilir bir yerdir.
“insanın mağaraya döndüğünü vb., ama mağaraya yabancılaşmış sinsi bir tarzda döndüğünü söylemiştik. Mağarasındaki vahşi -serbestçe kullanabileceği doğal bir öge- kendini sudaki balıktan daha yabancı saymaz, ya da o kadar doğal bir durumdadır. Ama yoksul insanın oturduğu izbe, düşman bir konuttur, ‘ancak alınterini ve kanını ona adadığı oranda kendisine ait olan dışsal bir güçtür’ – ‘İşte evimdeyim’ diyemez burada, kendini başka birinin evinde, her gün onu pusuda bekleyen ve kirayı ödemediği zaman dışarı atan bir yabancının evinde bulur.”
Dolaysız gücün arzusu da bu değil midir? Diğer taraftan mekandan giderek uzaklaşmak, dolaysız güce uymak ve hatta ona yenilmek manasına gelmez mi? Hasankeyf’in (Heskîf) doğal ve kültürel mirası, baraj ve beton ile yok edildikten sonra yeni-beton yerleşimin ‘tarih-kültür turizminin’ yanı sıra, ‘su turizmi’ açısından da bir cazibe mezkezine dönüştüğünü ve yeni ziyaretçilerini beklediğini söylemiyorlar mıydı? Maliyeti ucuz ve kolay elde edilen bir madde aracılığıyla doğa, yaşam, tarih ve kültür değiştiriliyor. Bu, bütün bir ülkeye yayılmış bir tür beton kardeşliğinin harmonia projesidir. Dolaysız gücün yıkımının ve kendi dolaysızlığının bir sonucu olan betonun, Hasankeyf’ten (Heskîf) Uzungöl’e, Munzur Vadisi’nden Nemrut Krater Gölü’ne ve en lüks yapılara varıncaya kadar hemen her alan için vazgeçilmez hale getirildiği aşikardır. Bu madde aracılığıyla sadece şimdi ve gelecek harmanlanmıyor, aynı zamanda geçmiş ya yok ediliyor ya da yeniden biçimlendiriliyor. Bunun önemli örneklerinden biri de Van (Wan) Edremit (Artemêtan) Belediyesi’ne atanan kayyum tarafından 2017 yılında 1. derece arkeolojik SİT alanı olan Dilkaya Höyüğü-Nekropol alanı ve Ermeni mezarlığı üzerine yapılan tuvalettir. Bu tuvalet, Türkiye’de Müslüman olmayan halklara ait izlerin-mirasın sadece nasıl yok edildiğini değil, aynı zamanda bu yok etmenin nasıl aşağılayıcı bir şekilde yapıldığını gösteren en somut örneklerden biridir. Dolaysız bir güç olarak Türkiye, “ötekinin” tarihine bir şey ekleyerek veya onun yerine “yeni”sini koyarak bütün tarihini yapı-bozuma uğratır. Dahası bu tarih, dolaysız gücün deviniminin maddesiyle peçelenir.
İnsanlık, devletin dolaysız bir güç olarak aşkın bir oluşuma büründüğüne tanık olmuştur. Genel olarak benzerliği nedeniyle Leviathan ile karıştırılan bu oluşum, bir yanıyla “organik birlik” ile zaman ve mekana nüfuz ederken, diğer taraftan içine sızdığı her canlıyı şeyleştirerek “şeylerin düzeni”ni elde eder. Şeylerin düzeninde çarpıcı olan, benzerlik ve saçmanın bir arada işlemesidir. Dolaysızlığı sayesinde güç, arzusunun nesnesinin bir kopyasını gerçekliğin alanında üretir. Kopyanın idea ile olan benzerliği dolaysızlığın bir yansımasıdır, ama biz bu yansımayı dolayım aracılığıyla anlarız. Belirtmek gerekir ki, dolaysızlık sadece etkinliğin doğrudan olması ile ilgili değil, aynı zamanda ideal olanla ve ondan türettiği şey arasındaki benzerlik nedeniyle anlamını kazanır. Zamanın ve gerçekliğin neden olduğu bu dolayımda benzerliği değil, saçmayı buluruz. Saçma bir bakıma benzerliğin tahrif edilmiş bir biçimi olup ideal olanı ve kopyayı bilinmez kılar. Ancak dolaysız gücün etkinliğinin sürekliliğiyle benzerlik yeniden görünür hale gelir. Dahası dolaysız gücün bu devinimi, anılarımızın ve rüyalarınızın doğal akışını ele geçirir. Ve böylece her şey katılaşarak doğduğumuz evin benzeri olan bir mekana sığıverir. Bu andan sonra yaşamımız artık bir tiyatro sahnesidir.
“ …Sen yoksa beni
Yaşamaktan bıkar mı sandın?
Kaçak çöllere giderim mi sandın
Açmıyor diye
Bütün düş tomurcukları?
Bak işte, yerli yerimdeyim;
İnsanlar yetiştiriyorum bana benzer;
Bütün bir kuşak benim gibi,
Acılara katlanacak, ağlayacak,
Gülecek, sevinecek,
Ve aldırış etmeyecek sana
Benim gibi!”