Öcalan; dünyaya, geçmişe, şimdiye ve geleceğe konuşuyor. Öcalan’ın müktesebatıyla yoğunlaştırdığı teorileri, Kürtlüğü, Kürt sorununu ve Kürdistan’ı aşıyor. Avrupa’dan Güney Amerika’ya kadar Öcalan’ın evrensel teorileri halihazırda tartışılıyor. Konferanslar, paneller, çalıştaylar yapılıyor. Öcalan’ı Kürtlüğe, Kürt sorununa ve Kürdistan’a sıkıştırmaya çalışmak beyhude bir çaba
Harun Çınar
“Mücahit Coşkun” ile “Vahap Bilici”nin benzer kavramsal çerçeve, izlek ve bağlamla yazdıkları ancak tek kalemden çıktığı tahminini de bütün ağırlığıyla hissettiren, tuhaf bir agresiflik ve teori bilmezlik örneği olan iki yazı geçtiğimiz günlerde birbiri ardına Serbestiyet adlı web sitesinde yayınlandı. Bu yazılar kabaca, “şimdi Marx’ın sırası mı” diyerek söze başlayıp sonrasında Abdullah Öcalan’a yönelik kinin en bayağı şekilde kusulduğu, hatta 90’larda yayınlanan Ertürk Yöndem’in Anadolu’dan Görünüm programında olduğu gibi aşağılama, ayar verme ve yön tayin etme cüretini tamamen temelsiz bir şekilde performe eden bir mantıkla hazırlanmış. Söz konusu Marx olunca akademik mikro iktidar alanlarına girildiği için alarme olan eküriler belli ki birbirine oldukça benzer bu “iki” metni yazmak zorunda hissederek oradan da beyhude bir şekilde Öcalan’ı “şimdi yakaladık” sanrısıyla çekiştirmeye kalkıyorlar. Her şeyden önce her iki yazıda da korkutucu boyutlarda tahrifatlar var. Bunlar öyle yanlış yorumlama mukabilinden değil. Bildiğimiz, bilinçli bir kampanya temelinde gerçeği ters yüz etme teşebbüsüyle karşı karşıyayız. Zira Öcalan’ı siyaset yapmaya davet eden tarihin belki de en absürt çağrılarından birine cüret etmek basit bir bilgi noksanlığıyla açıklanamaz. Bu açıkça gerçekliğin bizzat kendisine karşı öfkeli bir taarruzdur.
Bu şahıslar, bir cevap hak ediyor değil. Yazının amacı da zaten bu değil, fakat daha esaslı bir tartışma fırsatı da verdiği için refere edeceğiz bazı noktalarda.
Bir teorisyen olarak Öcalan
Peşinen ve özet olarak söyleyelim. Öcalan hem teorisyen/felsefeci/siyaset felsefecisi hem de siyasetçidir. Bu söz basit bir propaganda olarak asla algılanmamalı. Çünkü Öcalan, marksizm, anarşizm, feminist teori, ekoloji ve antropoloji gibi farklı alanlardan yola çıkarak özgün bir düşünce sistematiği oluşturdu.
Hayatının tümünü ya da önemli bir kısmını Kürt sorunu “uzmanı” gibi geçirmiş, entelektüel sermayesini bu topos üzerine inşa etmiş kişilerin Öcalan’ın en başından beri hem yazan hem de yapan bir lider olduğunu bilmemesi kasıttan başka hiçbir sözle ifade edilemez. Esas itibariyle Kürdistan Devrimi’nin Yolu ile başlayan, arada sayısız metinler yayınlayan, İmralı Ada Hapishanesi’nde 5 ciltlik Demokratik Uygarlık Manifestosu ile devam eden yaklaşık 50 yıllık bir entelektüel/teorik üretim sürecinden söz ediyoruz! Öcalan her zaman hem teori hem de pratiği bir arada yürütmüştür. Bunu ispatlamak, anlatmaya çalışmak gerçekten zûl! Ama “Kürt sorunu uzmanlarına” kısa bir hatırlatma yapıp geçelim.
Son dönemde Kürt sorununa ve onun çözümüne, Türkiye’deki siyasal hatlara ve hatta darbelere ilişkin tartışılan temel kavramlar ve bağlamlar Öcalan tarafından ortaya atıldı. “Demokratik özerklik”, “darbe mekaniği”, “3. Yol”, “demokratik cumhuriyet”, “ekolojik toplum”, “demokratik modernite”, “tekel karşıtı demokratik komünal ekonomi”, “demokratik konfederalizm” ve nice pek çok kavram Öcalan’ın teorik yoğunlaşmalarının sonucu. Bu kavramların birçoğu elbette dünyanın birçok yerinde de konuşuluyor. Ancak bu kavramları ülkenin sosyo-politik ve külütrel gerçekliğini de gözeterek altını dolduran ve siyasal hayatımıza katan Öcalan oldu.
Dahası Öcalan bizzat adını vererek “jineoloji” adıyla -beğenirsiniz beğenmezsiniz- yepyeni bir düşünsel ve bilimsel alanın açılmasını teşvik etti. Tüm bunların da ötesinde özellikle Annales Okulu, Fernand Braudel ve Immanuel Wallerstein hattını eleştirel bir biçimde takip ederek bütünsel-sistemik okumalar yaptı. Mevcut sistemin 500 yıllık mı 5.000 yıllık mı olduğu tartışmalarında pergelin ucunu Sümer Rahip Devleti’ne çekerek Ortadoğu merkezli bir sistem okuması yaptı. “Ben hazineyi kaybedilen yerde arıyorum” diyerek uygarlık analizlerinin temeline Ortadoğu’yu yerleştirdi.
Tarihsel materyalizmi eleştirerek insanlık tarihinin ekonomi merkezli bir bakışla kavramanın yeterli olmayacağını ve bununla birlikte ideoloji-kültür-ahlak gibi olguların da eklenmesi gerektiğini ifade etti. Devletli uygarlık ve ahlaki-politik toplum arasındaki çatışmayı çözümleyerek, insanlık tarihine özgürlük ve iktidar hattından yaklaşmayı önerdi. Birçok düşünürden farklı olarak toplumsal dönüşümün birçok dinamik yanında ahlak ile nasıl olacağını pratikte de görsterme şansı buldu. Ahlaki dönüşüm olmadan toplumun da dönüşmeyeceği ilkesinden, ahlakı; kolektif özgürleşmenin kalbine yerleştirdi.
Yani hiç de öyle banal bir oryantalizm alt metniyle “ama Marx batıcı, Ortadoğu’ya neden bakmıyorsun” mavalına sarılmasın kimse. Bir avukat görüşmesinde Öcalan’ın, Wallerstein’in Ortadoğu merkezli bir okuma yapması halinde neler söyleyeceğini merak ettiğini de not edelim. Bu yoğunlaşmaların sonunda da “kapitalist modernite” olarak tarif ettiği sisteme karşı, sistemik karşı-hegemonya çözümü olarak Demokratik Modernite’yi teorileştirdi ve önerdi. Bu kavram aynı zamanda kendisinin en rafine kapitalizm eleştirisi olmaktadır. Bu yoğunlaşmalar sayesindedir ki Öcalan kendini, hareketini ve Kürtleri her daim diri tutuyor. Okuma, araştırma, düşünme, tartışma ve yazma üzerinden de mobilize ediyor.
Öcalan kitaplarına “yöntem ve metodoloji” tartışmasıyla başlıyor. Hegelyen yok edici diyalektiği kıyasıya eleştiriyor. 5 ciltlik Demokratik Uygarlık Manifestosu’nda epistemoloji, her daim hem açıktan hem de örtük ve alt metin olarak baş köşede duruyor.
Buna alternatif olarak farklı kılıklarla da olsa birbiriyle her daim mücadele eden süreğen ve bitimsiz bir dinamizme sahip diyalektik yaklaşımın savunuculuğunu yapıyor. “Toplum vs. Uygarlık” ikiliğini bu epistemolojik temel üzerine inşa ediyor. Bizzat Dicle ve Fırat’ın, Mezopotamya’nın düşünsel mirasçısı olarak Zerdüşt’ten destek alıyor. Maniheizm biçiminde olmasa da “Zerdüşti diyalektik” olarak ifade edilebilecek bir hattın içinden konuşuyor. Yani kimse Öcalan’a öyle ucuz saldırmasın.
’Devrimci teori olmadan, devrimci pratik olmaz’
Öcalan’ın 50 yıllık mücadelesinin teorik boyutunu, “teorisyen olma saplantısı”yla tarif etmeye çalışmanın kendisi bir saplantıdır. Öcalan’ın teorisyenliği somut bir gerçekliktir. Lenin gibi devrimci liderlerin temel özelliklerinden biri de teori üzerine de yazmalarıdır, teorisyen olmalarıdır. Öcalan da “devrimci teori olmadan, devrimci pratik olmaz” sözüyle ifade edilen bu geleneğin çok parlak bir mirasçısı. Özünde anlaşılan ama ısrarla anlaşılmak istenmeyen bir hakikattir bu.
Öcalan; dünyaya, geçmişe, şimdiye ve geleceğe konuşuyor. Öcalan’ın müktesebatıyla yoğunlaştırdığı teorileri, Kürtlüğü, Kürt sorununu ve Kürdistan’ı aşıyor. Avrupa’dan Güney Amerika’ya kadar Öcalan’ın evrensel teorileri halihazırda tartışılıyor. Konferanslar, paneller, çalıştaylar yapılıyor. Öcalan’ı Kürtlüğe, Kürt sorununa ve Kürdistan’a sıkıştırmaya çalışmak beyhude bir çaba. O oyun bozuldu! Immanuel Wallerstein, Murray Bookchin, Noam Chomsky, Antonio Negri gibi çağımızın büyük radikal sosyal bilimcilerinin ve felsefecilerinin selamlaştığı, onun teorisiyle inşa edilen Rojava’daki yeni yaşamı bizzat yerinde görmek isteyen Slavoj Zizek, David Harvey ve David Graeber gibi büyük isimlerin desteklediği bir teorisyen, bir lider var karşımızda. “Sen Kürt’sün, Kürt sorunu konuş, bırak Marx’ı” demek otokolonizasyonla zehirlenmiş, tersinden oryantalist ve modernist anlatının içinden çalışan saplantılı bir aklın ihtişamlı bir örneğidir. Tersten de Öcalan bir Kürt olduğu için felsefe veya siyaset ona yakıştırılmamaktadır. Şundan şüphemiz yok; yukarıda kısaca özetlenen üretimin başına başka bir ad konulsaydı, ilgili kişiyi sınıflarında ders olarak verecek de yine bu ‘Marx senin neyine’ diyen isimler olurdu.
Öcalan şahsında “teoriyi bırak işine bak”, “senin işin siyaset” deme cüretinin gösterilmesi, ne yazık ki acınacak bir durum. Sovyetik dönemde kurulup da post-sovyetik dönemde hala ve daha güçlü bir şekilde varlığını sürdüren bir yapının varlığını sürdürmesinde Öcalan’ın teorik gücünün çok büyük bir payı vardır. Bildikleri inandıklarına yetmeyen, bir günlerini dolduramayanların 50 yıldır bir ideolojinin nasıl ayakta kaldığını dert etmemesi ilginçtir. Bu biricik sonucun nedeni Öcalan’ın teorisi, felsefesi, siyaset felsefesidir. Ağır tecrit koşulları altında yaklaşık 26 yıldır 10 metrekarelik bir hücrede, tek başına, bir ada hapishanesinde bile kısıtlı koşullarda çalışıp devasa teorik-entelektüel üretimler yapmakta ısrar etmesidir.
Öcalan, teorileriyle de evrenselleşmeye devam ediyor. Kant nasıl ki Königsberg gibi bir kasabadan çıkmadan evrensel modernist bir felsefe inşa ettiyse, Öcalan da İmralı Ada Hapishanesi’nde mutlak tecrit koşulları altında bir hücreden evrensel bir teori inşa etmeye gayret ediyor. Kadın özgürlüğü felsefesi, devlet çözümlemesi, tarihsel ve toplumsal analiz, etik felsefesi, kapitalizm eleştirisi ve tüm bunların bağrında devletli uygarlık analizi ile giriştiği demokratik modernite tezi, bugün ‘alternatif’ olma iddiasındaki yegane kuramlardandır.
Hal böyle iken, Soğuk Savaş döneminin anti-komünist kara propaganda kitaplarından, Talcott Parsons’tan devşirilmiş bayağı ve özet Marx okumalarıyla elbette Öcalan’ın neyi kast ettiğini anlamazsınız, anlamak istemezsiniz. Yeri gelmişken güncel Marx tartışmasına da küçük bir katkı sunalım. Öcalan şunu diyor: Marx birkaç yerde büyük bir eser yazmayı planladığından söz eder. Bu büyük eserin de 1- Sermaye (Kapital), 2- Toprak Mülkiyeti, 3- Ücretli Emek, 4- Devlet, 5- Uluslararası Ticaret, 6- Dünya Piyasası olmak üzere altı temel bölümden oluşacağını söyler.[1] Ne var ki ömrü vefa etmediğinden bu büyük eseri tamamlayamaz. Hayattayken sadece 6 temel bölümden biri olan sermayenin bir cildini 1867’de yayınlayabilir. Kapital’in 2. ve 3. ciltleri Marx öldükten sonra Engels tarafından edisyonu yapılarak yayınlanır. Artı Değer Teorileri’nin 1 ve 2. ciltlerinin de Kapital’in 4. ve 5. ciltleri olarak kabul edilir.
Yani Marx, bir bütün olarak sistem tahlili ve eleştirisine girişirken salt ekonomi ile, sermaye ile sınırlı kalmak istemedi. Örneğin devlet ve toprak mülkiyeti gibi çok önemli konularda da derinlemesine bir bütünlük içerisinde yazmak istedi. İşte Öcalan tam da bunu kast ediyor. Sistem ve modernite çalışmalarını daha da derinleştireceğini, Marx’ın da yapmak istediği ancak bir fani olduğu için yazamadığı kısımları kaleme almak istiyor. Sistem analizini ve karşı-sistem inşasını toplumsal gerçekliğin her alanına doğru genişletip tahkim etmek istiyor.
Kolonyal atıklar ve posalar
Hayatları üniversite koridorlarında ve konforlu akademi koltuklarında geçmiş, tek sermayeleri Kürt sorununun “itidalli ve makul Kürt sesi” kisvesi olan, vasat ve hiçbir zaman bir magnum opus’a sahip olamayacak kişilerin Öcalan’a “şunu bırak, bunu bırak” yaklaşımı ciddiyetsizcedir. Eleştirecekseniz önce ciddi olun. Hiçleştirme dalgası içinde, homo academicus’un çocukça kitabiliği ve iflah olmaz haset semptomlarından kurtulmalısınız. Açıkçası, Öcalan’a siyasetin ne olduğunun öğretilmeye kalkışılması, en hafif tabiriyle psikanalizin özellikle de İngiliz nesne ilişkileri ekolünün konusu. Bunun için işe Demokratik Uygarlık Manifestosu’nun 3. cildi olan Özgürlük Sosyolojisi’nin okumakla ve anlamaya çalışmakla işe başlanabilir.
Kapitalist modernitenin bilgi yapısı içerisindeki en günahkâr disiplininin sosyoloji olduğunu söylemek abartı olmasa gerek. İktidarın çıkarlarının bilme biçimi olarak sosyoloji, kapitalist modernitenin hizmetine koşulan bir işlevsellikle biçimlendirilegeldi. Ana akım sosyolojinin tarihi, ne yazık ki iktidarın değirmenine su taşıma misyonu tarihiyle birlikte yazıldı. Ancak özgürlüğün sosyolojisi imkânı her zaman direngen varlığını sürdürdü. Özgürlük Sosyolojisi önyargısızca okunursa zihnin kapitalist modernitenin anlam tekelinden ve otokolonyal akıldan kurtarma yolu sunacağı görülecektir.
“Bunca yıldır akademideyim neden başaramadım, lecturer olarak kaldım” demesi gerekenler cevap verme şansı dahi olmayan birine saldırırken utanmaz; fakat utancını katıldıkları o şatafatlı STK toplantıları, ezber panellerde “Evet, yoksul bir Kürt teorisyen olabilir” demelidir. Kürtlerin de teorisyen olabileceğini kabullenip, buna alışmalıdırlar.
6 Aralık 2013 tarihli The Guardian’da İngiliz gazetesinin başyazarı Öcalan’ın gücünü “korku ve saygı karışımı bir hayranlık” gibi bir bağlama oturtmaya kalkışmıştı. Öcalan da buna öfkelenmiş, “Ortadoğu gibi ataerkilliğin çok güçlü olduğu bir yerde sadece kadın özgürleşmesi gibi konularda gerçekleştirdiğimiz muazzam atılıma bakmanız dahi kafanızdaki emperyal şapkayı uçurmaya yeter,” demişti.
Ezcümle, Öcalan’ın kadın özgürleşmesine dair teorisi ve bu teori doğrultusunda yaşanan kadın devrimi taassup şeklinde beliren Öcalan karşıtlığı kafalardaki otokolonyal takkeyi uçurmaya yeter de artar bile! Öcalan’a sınır çizenler kendi labirentlerinde kaybolurken, Öcalan hem yazıyor hem siyaset yapıyor hem teori üretiyor hem pratiğe geçiriyor.
[1] Örneğin “Marx’tan Düsseldorf’daki Ferdinand Lassale’a, Londra, 22 Şubat 1858”, Seçme Yazışmalar 1, 1844-1869, çev. Yurdakul Fincancı, Ankara: Sol, 1995, s. 117