24 yaşındayken öldürdüler onu. Tek şansı kaçmaktı belki ama nereye? Sarışın, mavi gözlü ‘üstün Alman ırkı’nın içinde göze batmadan ne kadar yaşayabilirdi ki? Yine de denedi ama. İnsan olmanın onuru için
Arif Mostarlı
‘Talihsizlik’ derken şaka yapıyoruz tabii ama doğrusu Hilarius Gilges’in yaşadıklarının pek şaka kaldırır yanı da yoktu. Haziran 1933’te, Hitler Almanya’sında, komünist olmak, illegal faaliyet yürütmek ve üstüne bir de o kadar sarışının içinde siyah olmak!
Irkın saflığını bozanlar
Hilarius’un çocukluğu ve ailesi hakkında pek az şey biliniyor aslında. 4 Mart 1909’da Düsseldorf’ta doğduğu, annesinin beyaz bir tekstil işçisi ve babasının ise muhtemelen Ren’deki teknelerde çalışan bir Afrikalı olduğu… Hepsi o kadar.
Ama aslında o, daha genişçe bir topluluğun ve daha köklü bir ‘sorun’un parçası. O zamanlar Almanya’da sayıca az olsa da Almanya doğumlu siyahi insanlar vardı. Afrikalı-Alman toplumunun kökenleri Almanya’nın kısa süren imparatorluk dönemine dayanıyor. Denizciler, hizmetçiler, öğrenciler, günümüzün Kamerun, Ruanda, Burundi ve Namibya gibi ülkelerinden Almanya’ya gittiler. Bir süre sonra bu toplulukların bir bölümü kalıcı oldu.
Ancak asıl ‘sorun’ olan topluluk, Fransa sınırından geldi. I. Dünya Savaşı’nı kaybeden Almanya’nın imzaladığı barış anlaşması, bazı Fransız birliklerinin Batı Almanya’daki Rhineland bölgesine konuşlandırılmasını öngörüyordu. Fransa, bu bölgede ağırlıklı olarak Kuzey ve Batı Afrikalılar olmak üzere, 20 bin Afrikalı askeri kullandı ve bu askerlerin bazıları Alman kadınlarla ilişkiye girdiler.
Irkçılık çukuruna Hitler’den çok önce yuvarlanan Almanya’da, 1920’lerden itibaren bu ilişkilerin sonucu olarak doğan 600 ila 800 melez çocuğu tanımlayan sözcük, “Rhineland p..leri”ydi. Yüce Alman ırkı, bu siyah ve ‘tehlikeli’ topluluğu ‘ırkın saflığını bozabilecek’ bir tehdit olarak görüyor, Alman basınında sık sık hakaret dolu karikatürler ve haberlere konu oluyorlardı. Kadınlara saldıran siyahlar üzerine uydurma cinsel hikâyeler o günlerde pek yaygındı.
Sıra onlara da geliyor
Gerçi, Nazilerin asıl derdi Yahudilerleydi ama arada diğer ‘aşağı ırkları’ da unutmamışlardı. Ta 1925’te Hitler, Kavgam adlı kitabında, “Zencileri Rhineland’e getiren Yahudilerdi. P..leştirmeyle nefret ettikleri beyaz ırkı mahvetmek gibi açık bir amaç ve gizli düşünceyle” diyordu ve iktidar olduğu anda sadece Yahudilere değil, siyahlara da yüklendi.
1935’te, Yahudiler ve Almanların evlenmesini yasaklayan Nuremberg Yasaları’na sonradan yapılan eklemelerle Romanlar ve siyahlar da aynı kapsama alınırken, 1937’de Rhineland’in melez çocukları tek tek yakalanıp zorla kısırlaştırılmaya başlandı. 1939’da savaş başladığında ise, durumları daha tehlikeli bir hale geldi. Irklar arası ilişki artık daha ağır bir suç haline gelmişti. Özellikle genç erkekler, en garantili yolun ‘görünmez olmak’tan geçtiğini acı deneyimlerle öğreniyorlardı. Yine de birçoğu toplama kamplarından kurtulamadı; çünkü siyah birinin görünmez olması hayli zordu!
Dansçı, aktör ve komünist
Hilarius, muhtemelen sözü edilen Rhineland’daki ilişkilerden doğmuş değildi ama sonuçta siyahtı. Dahası o, işçi sınıfından gelen bir ailenin çocuğu olarak erken yaşlarda komünist harekete katılmıştı. 1926’da Almanya Genç Komünistler Birliği üyesiydi ve daha en baştan polis ve Nazi çeteleriyle girdiği bir kavga nedeniyle tutuklanıp bir yıl hapis yattı. Çıktıktan sonra ise politik çalışmasını büyük ölçüde tiyatro aracılığıyla sürdürdü. Dansçı ve aktör olan Gilges ve diğerleri, 1930’da Nordwest Ran olarak bilinen bir komünist tiyatro grubu kurdular. Grubun amacı, “seyyar bir sahneyle” sosyalizm ve devrim hakkında bölge çapında tartışmalar yapmaktı.
Agitprop tiyatrosu aracılığıyla siyasi görüşlerini paylaşan Gilges, yükselen Nazi partisine karşı gösteriler düzenledi. 1932 seçimleri sırasında Adolf Hitler’e karşı kampanya yürütmek için kasabaları dolaştı.
‘Nereye kaçabilirim ki?’
Naziler Ocak 1933’te iktidara geldiklerinde, artık av başlamıştı. Özellikle Düsseldorf’taki komünistleri yakalamak için işçi sınıfı mahallelerini hedef seçiyorlardı.
Hilarius böylece artık bir yol ayrımına gelmişti. Tehlike ona doğru yaklaşıyordu ama çok seçeneği de yoktu. Kaçmaya çalışırsa ten renginin onu ele vereceğini ve eşi ve çocuklarının hedef alınacağını biliyordu. Nihayet ona da ulaştılar. 20 Haziran 1933’te, akşam saat 22.00 civarında, Gestapo, Hilaruis’u Düsseldorf’un Altstadt semtindeki dairesinden sürükleyerek çıkardı. “Babamı gözümün önünde alıp götürdüler” diyen kızı Franziska, o geceyi hatırlıyor: “SS subayları onu dışarı sürükledi. Son gördüğümde Ren Nehri’ndeki köprünün altında, suyun içindeydi ve 37 yerinden bıçaklanmış, başından vurulmuştu.” Hilarius’un vücudunda hem kurşun hem de bıçak yaraları vardı; ciğerlerinde ise kum bulundu. Eşine ve iki çocuğuna, kaçmaya çalışırken vurulduğu söylendi. Cenazede sadece kadınlar vardı, çünkü erkekler çok korkmuştu. Mezarlığı kuşatan Gestapo, mezar taşını yapan taş ustasını bile tutuklamıştı. Eşi ve çocukları ise yıllarca komşuları tarafından saklanarak yaşamlarını sürdürebildiler.
Hilarius Gilges… Henüz 24 yaşındaydı. Kısacık sürdü hayatı.
Ama nasıl unutabiliriz ki onu?