İmralı Heyeti üyesi Hatip Dicle ile komployu ve heba edilen diyalog süreçlerini konuştuk: Devlet ve PKK heyetleri 2008 Nisan ayında BM, AB, İngiltere, İsviçre ve Norveç devletlerinin desteğine sahip aracı kurum hakemliğinde Oslo’da görüşmelere başladı. Toplam 11 toplantı yapıldı. Oslo’da akamete uğratıldı
Hüseyin K. Akçadağ
Hatip Dicle için yakın çağ Kürt mücadelesinin hafızası, diyebiliriz. Hele barış girişimleri ve süreçleri için bu daha çok geçerlidir. PKK Lideri Abdullah Öcalan, ilk ateşkesi süresiz uzatmak için Lübnan’da düzenlediği basın toplantısında 5 HEP milletvekili ile birlikte yer aldı. Öcalan’ın ateşkes ve barışla ilgili düşüncelerini yakından dinleme şansı oldu. Ara aşamalarda ilan edilen ateşkesleri ve barış için devletle olan temaslarda bilgi sahibiydi. Çözüm sürecine ise Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) eşbaşkanı olarak katıldı. İmralı Heyeti’nde yer aldı. Böylece sürecin detaylarına dair bilgileri en yetkili ağızdan dinlemiş oldu. Sürecin selametle ilerlemesi için çaba gösterdi. Sürecin hangi aşamalardan geçtiğini, ne gibi engellerle karşılaştığını yakından izledi. Hatip Dicle, sürece dair gerçekleri gazetemize anlattı.
Çözüm sürecinden önce gerçekleşen barış girişimlerini özetler misiniz?
Seksenli yıllarda başlayan mücadele yeni bir süreç doğurdu. Kürt sorunu birkaç yıl içinde tüm dünyanın dikkatini çeken bir Ortadoğu sorunu haline geldi. 1992 yılına gelindiğinde, Türk devletinin “derinliklerinde” Kürt sorununa yönelik iki farklı zihniyetin geliştiği, artık anlaşılabiliyordu.
Bunlardan birincisi, dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın başını çektiği siyasal çizgiydi. Güney Kürdistan’da, federe bir siyasal statünün giderek şekillendiğini dikkate alarak, Kürt sorununun artık şiddet yöntemleriyle çözülemeyeceğini düşünüyorlardı. Onların deyimiyle devlet 29. Kürt ayaklanmasını bastırmak için, her türlü yöntemi denemişti. OHAL’in ilan edilmesi, köy koruculuğu sisteminin geliştirilmesi, poliste ve orduda özel timlerin kurulması, Kürt köylerinin boşaltılması, binlerce Kürt yurtseverinin kontr-gerilla güçlerince öldürülmesi, gerillaya yönelik kapsamlı askeri operasyonlar vs. sonuç alamamıştı. Tüm bu ayaklanmayı bastırma çabalarına rağmen Kürt hareketi giderek büyümekte ve halk desteği artmaktaydı. Böyle gidemeyeceği açıktı. Devletin bu soruna yaklaşımında, strateji değiştirmenin zamanıydı. Yani Kürt sorununa barışçıl demokratik yollarla, bir siyasi çözüm bulunmalıydı.
Devlet içindeki ikinci siyasi çizgi ise İttihat Terakki’den Cumhuriyet’e devredilen, Kürtleri inkâr ve imha amaçlı stratejiydi. Bu çizgi de Türk ordusu, istihbarat örgütü ve MHP-Ergenekon zihniyetinde somutlaşmış ve adına “derin devlet” denilen kontrgerilla teşkilatı tarafından temsil ediliyordu. Başında da Türk ordusunun Genelkurmay Başkanı Org. Doğan Güreş’in olduğu anlaşılıyordu. Zaten 1993 yılı ortalarında, Tansu Çiller’in başbakan olmasıyla, artık muhalif demokratik basın, bu güçleri Çiller-Güreş Kliği olarak adlandırıyordu. Kürtlere ve demokratik çözümden yana olan herkese saldırılar gerçekleştiriyorlardı.
İşte tam o günlerde, Lübnan’dan gelen bir ses, herkes için bir umut olmuştu. PKK Lideri Öcalan, 17 Mart 1993’ten başlayarak bir ay boyunca, tek taraflı ateşkes ilan etmişti. Şüphesiz ki bu siyasi hamle, Özal’ın elini ve çizgisini oldukça güçlendirmişti. Cumhurbaşkanı Özal ise bu tarihsel fırsatı, değerlendirmeye kararlı görünüyordu. Sonradan tüm boyutuyla açığa çıktı ki Özal, ateşkes sonrası üç ayrı kanaldan Sayın Öcalan’a mesaj ulaştırmıştı. Birincisi biz HEP milletvekilleri üzerindendi. İkincisi gazeteci Cengiz Çandar kanalıyla ulaştırılan mesajdı. Üçüncü ve en önemlisi ise Güney Kürdistan’da seçkin bir siyaset adamı olan, sonradan Irak Cumhurbaşkanlığı görevini de ifa eden YNK Lideri Mam Celal (Celal Talabani) üzerindendi…
Cumhurbaşkanı Özal, her üç kanaldan da Sayın Öcalan’a ilettiği mesajda; ateşkesi önemsediğini, ancak gerekli adımlar için ateşkesin süresiz olarak uzatılmasını istiyordu. Bu nedenle Öcalan’ın 16 Nisan 1993 günü yapacağı bir aylık tek taraflı ateşkes değerlendirmesi ve aldıkları yeni kararın açıklanacağı Lübnan’daki basın toplantısı, çok önem kazanmıştı. Sonuçta Sayın Öcalan, biz 6 kişilik HEP milletvekillerinin de hazır olduğu basın toplantısında; demokratik çözüme tarihsel bir fırsat tanımak için tek taraflı ateşkesi süresiz olarak uzattıklarını açıkladı. Hepimiz çok coşkuluyduk. Tarihi bir adım atılmıştı.
17 Nisan günü, biz daha Şam’da iken Özal’ın ölüm haberini aldık. Mam Celal bu acı haberi ilettikten sonra, “Özal gitti, bu iş bitti !..” dedi. Vefat haberini duyan Öcalan’ın yorumu da oldukça ilginçti: “Osmanlı’dan beri gelen bir devlet geleneği var… Görevini başaramayan ölür… Büyük olasılıkla ‘derin devlet’, on yıldır bize karşı savaştığı halde, sonuç alamayan Cumhurbaşkanı Özal’ı, yenildiğini kabul ederek öldürdü…” demişti. Yıllar sonra saç tellerinin analizinden elde edilen bilimsel sonuçlar, Özal’ın zehirlenerek öldürüldüğüne işaret etse de soruşturma dosyası o noktada kapatıldı. Gerçekler karanlıkta bırakıldı. Bir süre sonra ateşkes sabote edildi. Ve silahlar tekrar konuşmaya başladı.
Özal öldürüldükten sonra ne gibi gelişmeler oldu?
Sayın Öcalan’ın 1995 yılı sonlarında yapılan genel seçimler sırasında ilan ettiği tek taraflı ateşkes de yine 1993 yılındaki gibi devlet tarafından sabote edilmişti. 1996 yılının baharında, Sayın Öcalan’ın Şam’da ikamet ettiği binaya yönelik, bir tonluk TNT ile yapılan Türk kontrgerilla saldırısı da ateşkesin bitmesine ve savaşın tekrar yoğunlaşmasına neden olmuştu.
Akabinde ABD ve NATO’nun tam desteğini arkasına alan Türk devleti, Suriye’ye ültimatom vermişti. Ya hemen PKK Lideri Öcalan’ı Suriye’den çıkaracak ya da Türk ordusu Suriye’ye savaş açacaktı. Bu çok ciddi bir durumdu… Suriye’de Hafız Esad yönetimi, böylesi büyük bir ittifak gücü karşısında yalnızdı.
Bu güç dengesizliğini dikkate alan Sayın Öcalan, bu kez Avrupa’da barışçıl-siyasi çözüm seçeneğini zorlamak amacıyla, 9 Ekim 1998 günü Şam’dan ayrılmıştı. Ne var ki ABD öncülüğündeki tüm Avrupa devletleri, Türk devletinin yanında yer alarak, siyasi çözüm yolunu tıkamışlardı. Detaylara girmeden belirtmeliyim ki, sonuçta Sayın Öcalan 15 Şubat 1999 günü CIA tarafından esaret altına alınarak, Türkiye’ye teslim edilmişti. Özgürlük mücadelesi veren Kürt halkı yastaydı… O dönem Türkiye’de hâlâ idam cezası yürürlükteydi. Eğer Sayın Öcalan idam edilirse, belki de yüzyıl sürecek çok kanlı bir sürecin fitili ateşlenecekti.
Sonuçta Sayın Öcalan, çok etkili bir liderlik göstererek, bu korkunç yangının erkenden söndürülmesini sağladı. Kürt halkına, yurtseverlere ve gerilla güçlerine çağrı yaparak, tüm şiddet eylemlerinin sonlandırılmasını istedi. Devlet heyetleriyle karşılıklı fikir alışverişinde olduklarını ve sorunların diyalog yoluyla demokratik bir çözüme ulaşmasına çalışacaklarını deklare etti. Kürt tarafının bu sağduyulu tavrı birkaç gün içinde siyasi tansiyonun düşmesini sağladı.
Öcalan, devlet heyetleriyle yapılan görüşmeler akabinde, siyasi çözüm ve diyaloğa şans tanımak amacıyla 1 Eylül 1999’dan itibaren, Kuzey Kürdistan topraklarında bulunan tüm gerilla güçlerinin; Güney Kürdistan’a çekilmesi çağrısı yaptı. Gerilla birkaç ay sonra, resmi sınırların tamamen dışına çıktı.
Bu çabalar yanında, Sayın Öcalan, İmralı’da barış ve demokrasinin manifestosunu hazırlamaktaydı. Uluslararası komplonun gerçekleşmesinden sonraki dört yılda, insanüstü bir çabayla barışın mimarlığını adım adım inşa ediyordu. Kadın özgürlüğü, ekolojik yaklaşım, eşit haklar temelinde etnik ve inançsal birliği temsil eden Demokratik Ulus anlayışını, Türkiye ve Kürdistan’da yeni bir demokratik yaşamın temellerinin atılmasını hedefliyordu.
Ne var ki, 11 Eylül 2001 günü El-Kaide militanlarının Amerika’daki İkiz Kuleler’e saldırması ve ardından ABD Başkanı’nın Afganistan ve Irak başta olmak üzere Ortadoğu’ya müdahale edileceğini deklare etmesi, Türk devletinin devlet aklındaki müzmin “bölünme paranoyası”nı yeniden canlandırmıştı. Zaten o dönemki ABD Yönetimi, Türk devletini stratejik müttefiki olarak gördüğünden dolayı, Türkiye’deki Kürt sorununun çözümünde devletin frene basmasını sorun etmeyecekti. Hatta PKK’yi tasfiye etme girişimlerine onay verebilecekti. Sonradan tüm bu olasılıklar maalesef gerçeğe dönüştü. Türk devletinin dayatmasıyla “PKK’nin terörist olduğu” tezi başta ABD ve sonra da AB tarafından kabul edildi. Oysa PKK birkaç yıldır, tek bir mermi bile kullanmamış, sorunun demokratik çözümünü tehlikeye atabilecek hiçbir askeri adım atmamıştı. Belli ki Türkiye’deki nüfusu 20 milyonu aşkın olan Kürtler, bir kez daha Ortadoğu’daki pazarlık masasında “satılmıştı!..” Gerçek buydu… Bu gelişmeler Türk devletine yeniden büyük bir cesaret verdi. Hatta teşvik etti. Gerillayla Türk ordu güçleri arasındaki çatışmaların şiddetlenmesi, AKP hükümetini olağanüstü zorluyordu. Türkiye ve Kürdistan’daki çatışma sürecini yakından takip eden ABD ve AB; KDP ve bizzat Irak Cumhurbaşkanı Mam Celal’i devreye koymuştu. Başbakan Erdoğan da Özal gibi çeşitli aracılarla, PKK’den ateşkes ilan etmesini istiyordu. Sonuçta Öcalan’ın da onayıyla, KCK Yürütme Konseyi 1 Ekim 2006 günü, tek taraflı ateşkes ilan etti. Ancak dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Org. İlker Başbuğ, bir gün sonra Erciş’e giderek, çok sert bir açıklamayla, “TSK’nin tek bir terörist kalıncaya kadar savaşı sürdüreceğini” resmen duyurdu. Özcesi devletin sivil ve asker kanatları farklı tellerden çalıyordu.
Oslo’da 11 görüşme
Oslo süreci nasıl başladı?
Uluslararası güçlerin yeniden devreye girmesiyle, devlet ve PKK heyetleri arasında 2008 yılı Nisan ayında başlayan diyalog sürecini ise merkezi Cenevre’de bulunan aracı bir kurum tarafından sağlandı. Bu kurum; BM, AB, İngiltere, İsviçre ve Norveç devletlerinin desteğine sahipti. Tüm güvenlik, ulaşım, iletişim ve mekân ihtiyacını Norveç devleti üstlendi. Adına “Oslo Görüşmeleri” denilen bu gizli diyalog süreci boyunca, Sayın Öcalan da devredeydi. Mektupları ve heyetlere sunduğu plan taslakları ile görüşmelerin yine fikir mimarıydı…
3-4 Eylül 2008 tarihinde yapılan ilk Oslo-1 görüşmesinden sonra, yaklaşık üç yıla yayılan çeşitli tarihlerde 11 toplantı yapılmıştır. Her toplantı sonrası aracı kurum tarafından bir Mutabakat Metni hazırlanmış ve taraflarca onaylanmıştır. Bu süreçte Sayın Öcalan’ın yaklaşık 15 mektubunun orijinalleri, arabulucu devlet arşivlerinde, kopyaları ise PKK ve aracı kurumun arşivlerinde bulunmaktadır. Aslında daha Oslo görüşmelerinin başlangıcında, devletin somut bir çözüm politikasının olmadığı anlaşılmıştır. Ancak PKK, “eylemsizlik” ve “ateşkes” kararlarıyla iyi niyet ve güven artırıcı girişimlerini, Oslo görüşmeleri süreci boyunca sürdürmeye devam etmiştir. Ne var ki bu süreci asıl sabote eden, “KCK Operasyonları” adı ile bilinen siyasi soykırım operasyonları olmuştur. Devlet heyeti defalarca bu operasyonların durdurulacağı vaadini vermesine rağmen bu sözünü gerçekleştirmemiştir. Son Oslo-11 Toplantısı ise 5 Temmuz 2011 günü gerçekleştikten sonra, diyalog süreci sona ermiş, 2011 ve 2012 yılında yeniden şiddetli bir savaş sürecine girilmiştir.