Erdoğan’ın Başkancı Rejimi’nin devlet biçimine dönüşmesini önleyemedik. Devletin krizini, demokratik bir dönüşümün yolunu açacak biçimde derinleştirmeyi başaramadık; hedefleyemedik bile. Yenildik. Mücadelemiz artık, rejimin devlet biçimine dönüşmesini önlemeye odaklanmayacak. Devlet biçimi haline gelmekte olan bir rejime karşı mücadele edeceğiz. “Faşizm tehlikesine karşı” değil, işbaşında olan ve devletin biçimini iktidarına göre dönüştürmekte kritik eşiği geçmiş bir faşizme karşı mücadele edeceğiz.
Erdoğan rejiminin devlet biçimine dönüşmesini önleyemedik ama Brennus karşısında “Vae victis!”[1] diye haykıran Romalıların durumunda da değiliz. Bu bir nihai yenilgi değil; yani “ordularımız” bir bütün olarak dağılmadı, “savaşma irademiz” bir bütün olarak kırılamadı.
Bununla birlikte elimizde kalan güçlerin, artık devlet biçimine dönüşme yoluna giren rejimle mücadele yeteneği bakımından, “geçiş süreci”nin öncesine kıyasla zayıf olduğunun da farkındayız. Bu zayıflığımızın bir kısmı, bugün ihtiyaç duyduğumuz güç, mevzi ve hareket yeteneklerinin bazılarını geçmiş dönemin mücadeleleri içerisinde yitirmiş olmamızdan kaynaklanıyor; bir kısmı ise karşı karşıya olduğumuz mücadele görevleri için “hazırlanmış güçlerimizin” olmayışından.
“Geçmiş değerlendirmesi” her yenilgi sonrasının gözde tartışma konusunu oluşturur. “Şimdi ne yapmamız gerekiyor” ve “nereden başlayacağız” sorularını yanıtlamamız için gereken önemli bir tartışma düzlemidir bu. Karşımıza dikilen yeni mücadele sürecine girişirken nereden nereye geldiğimizi ve geçmiş süreçten elimizde neyin kaldığını saptamamız gerekir.
Bu değerlendirmeler, bir önceki mücadele döneminden elimizde kalanların içine girdiğimiz yeni mücadele dönemi için bize sunduğu hareket temelini anlamamıza hizmet ettiği ölçüde yararlı olurlar.
Bu değerlendirmenin bir parçası da “muhasebe” ve “hesaplaşma”dır. Çünkü her yenilgi aynı zamanda bir hayal kırıklığıdır. Hem kendimize devam etme gücü kazandırmak için hem de bundan sonra kimlerle nereye kadar ve nasıl gideceğimizi belirlemek için geldiğimiz yere niçin geldiğimizi sorgulamaya ihtiyaç duyarız. Kendimize ve yol arkadaşlarımıza yönelik bu sorgulamayı yaparken, devrimci hareketin en olumlu geleneklerinden biri olan “eleştiri-özeleştiri” yöntemini temel alırız. Yani, ne geçmiş değerlendirmesi bir “tarih çalışması”dır ne de eleştiri-özeleştiri bir “günah çıkarma/kefaret töreni”dir.
Dolayısıyla yaşadığımız yenilginin eleştiri ve özeleştirisini yaparken de odağımıza geleceği ve önümüzdeki devrimci mücadele döneminin ihtiyaçlarını koymamız gerekir.
Bir devlet biçimine karşı mücadele, bir rejim biçimine karşı mücadeleden farklı olarak o devletin tasfiyesini ve yerine yeni bir devlet biçiminin inşa edilmesini hedefler. Dinci-faşist bir resmi ideoloji temelinde örgütlenen yeni faşist devlet biçimine karşı mücadeleyi, bu devlet biçiminin egemenlik aygıtlarını, kitleler içerisindeki hegemonyasını yıkacak ve yerine geçireceğimiz devlet biçiminin temel yapılarını kuracak bir politik direniş ve mücadele zeminini yaratacak bir mücadele süreci olarak tasavvur etmemiz gerekir.
Bu noktadan baktığımızda, geçiş süreci boyunca “seçim düzlemine sıkış(tırıl)mamızın”, Erdoğan rejimine ve bu rejimin devlet biçimine dönüşmesine karşı mücadelede elimizi kolumuzu bağladığını ve toplumun devrimci güçlerinin, düzen güçleri arasındaki çatışmalara tabi hale gelmesine neden olduğunu saptamakla yetinemeyiz. Bu olguları “parlamentarist sapmanın”, “temsil alanını temel alan politik taktikler”in “eserleri” olarak nitelendirip “elimizi yıkamamızın” ön açıcı bir değerlendirme biçimi olmadığını görmeliyiz. Çünkü bu olgular bizim seçtiğimiz ve sonsuz tercih hakkına sahip olduğumuz koşullarda değil Haziran İsyanı’nın yenilgisinden ve “Çözüm Süreci”nin başarısızlığa uğramasından sonra ortaya çıktılar.
Haziran İsyanı’nın yenilgisinden (“yenilgi” demeye diliniz varmıyorsa buna “isyan dalgasının geri çekilmesi” de diyebilirsiniz) sonra, isyancı kitlelerin “tatava yapma bas geç” çizgisine getirilmesinin oluşturduğu “düzen tarafından emilme” tehlikesi daha ortaya çıktığı anda görülmüştü.[2] Ancak “görmek” yeterli olmadı, gördüğümüz tehlikeyi bertaraf edecek somut bir mücadele çizgisini üretemedik ve uygulayamadık. Sadece bu kadar da değil; bugünkü Rejimi içerisine sürüklendiğimiz sürecin olası sonuçlarından biri ve olabilecek en kötü sonuç olarak görmemize karşın, böylesi bir durumu karşılayabilmemize uygun mücadele, araç, yöntem ve güçlerini içerisinden üretebileceğimiz bir mücadele ve örgütlenme perspektifini de oluşturamadık.
“Çözüm Süreci”nin başarısızlığa uğramasının ardından geliştirilen “Devrimci Halk Savaşı” taktiğinin uğradığı yenilginin sonuçları ise ne Kürt siyasi hareketi ne de Türkiye sosyalist hareketi tarafından açık bir değerlendirmenin konusu haline getiril(e)medi.
Kanımca, bugünün mücadelesine hizmet etme amacı taşıyan bir geçmiş değerlendirmesi, öncelikle, mücadele koşullarını köklü bir biçimde değiştiren bu yeni mücadele zeminini neden kavrayamadığımızı ve neden bu yeni mücadele zeminine ayak uyduramadığımızı tartışmaya odaklanmalı.
[1] “Vay mağluplara”. MS. 390’da Roma’yı ele geçiren Galyalı komutan Brennus’un kent için istediği fidyeyi tartı sırasında ağırlıkların üzerine kılıcını koyarak artırması karşısında Romalılar “Vae victis!” diyerek hallerinden yakınırlar.
[2] https://sendika.org/2013/11/haziran-sandiga-girmez-ferda-koc-148571/