Şair Ahmet Telli ile Kürt sorununu, tecridi, Boğaziçi’ni ve ülkenin içinde bulunduğu hali konuştuk: Kürt mücadelesi kendi Rönesans’ını gerçekleştirmiştir. Bu yüzden egemenlerin cehennemidir. Korkutmaktadır. O yüzden onlarla ittifak isteyen her kesime terörist yaftasını yapıştırıyorlar
Nezahat Doğan
“Zamanı yiyip bitirdi karanlık/ gece yoktu/ güneş çoktan kömürleşmiş ve yeryüzü yapışkan bir karanlıkla örtülmüştü/sesim yoktu/ karanlığın karnında yitirdim sesimi/ kör bir kuyuda unutulan Yusuf’tum belki.”
Şair Ahmet Telli, tecridin soğuk karanlığını bu dizelerle kaleme alıyor. Aslında şiir, edebiyat, sanat; topluma, yaşama, bireylere, adaletsizliğe, eşitsizliğe karşı bir duruş olması gerekliliğini hatırlatır her zaman. Bu hatırlatmanın yanı sıra vicdandır sanat. Toplumcu şiirsel dil aynı zamanda sorumluluk sahibi aydın olmayı da beraberinde getiriyor. Evet, günümüzde bu konuda duyarlı ve vicdan sahibi, ülke sorunlarını dert edinen aydınlardan biri de şair Ahmet Telli. Memleketin can yakıcı sorunlarına demokratik bir açılımla yön vermek gerektiğini belirten Telli, tecridin, hak ihlallerinin, Kürt sorununun demokratik yollarla çözülmesi gerektiğini belirtiyor ve sözü Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerine getiriyor. “Boğaziçi eylemlerinde öğrenciler bilinçli ama örgütlü değiller. Muhalif olmak ancak bilinçle mümkündür. Bu bilinç ile yapabileceğimiz şey sanatımızla, ilmimizle, hareketlerimizle, yaşayız tarzımızla çoğalmanın yolunu bulacağız” diyor. Şair Ahmet Telli ile ülke meselelerini konuştuk.
Türkiye tarihinin en acımasız dönemlerinden biri olan 80’lerde siz de cezaevinde yattınız, baskı gördünüz. Bunu şiirlerinize yansıttınız. Bugün ve dün arasındaki fark ne?
Bugünü anlayabilmek için geçmişi iyi bir analizden geçirmek gerekiyor. Çok uzun bir tahlile gerek yok, ama 1980 galiba bugünü de açıklamamıza yarayan bir milattır. O dönemi anlamadan içinde bulunduğumuz bu bulanık tabloyu anlamak biraz zor. Şöyle bir örnek vereyim; 1981’de ben Mamak Cezaevi’ndeyken İslamcı bir grup vardı, kendi başlarına çok fazla kişilerle temas etmezlerdi ama temas ettikleri kişiler koğuştaki sosyalist kesimlerdi. Aynı koğuşta MHP’liler de vardı ama o -İslamcı kişiler- gençler daha çok bizimle temas etmek ve konuşmak isterlerdi.
Neden?
Yani nedenini şimdi söyleyeceklerimle anlamak gerekiyor. O da şu? Hapishane ve askerlik, insanın insanla ilişkisindeki o asıl gerçeği bulma noktasında önemlidir. En azından duygunun şekillenmesi bakımından önemlidir. Bizim daha insancıl dünyaya ve geleceğine ilişkin sözlerimiz vardı. MHP’lilerin ise o anda sadece bireysel olarak kendilerini kurtarabilmek ve hatta koğuştaki karavanadan daha fazla pay almaktan öteye düşünceleri yoktu. Bu gözlem de insanlara bir şeyi anlatır. Kuşkusuz ki buradan çıkarak o İslamcı gençlerin serüvenini olumlamak istemem. Onlar bizden bir şeylerler öğrendiler. Biz onlardan bir şey öğrenmedik.
Peki bahsettiğiniz bu koğuşta yaşananlarla bugün ülkenin durumu arasında nasıl bir paralelik kuruyorsunuz?
Aslında tam da bugünün tablosu. Bugün kimi İslami kesimlerin özellikle de daha “demokratmış” gibi görünen İslami kesimlerin cümlelerine bakın, bizden edindikleri cümlelerdir. Koğuştaki hayatı bunun için anlatıyorum. Kuşkusuz ki iktidar olmak “kim olursa olsun” iktidar duygusu, insanın daha fazla iktidarını perçinleme duygusunu pekiştirir. İşte koğuştaki o gençlerin bugün iktidar olduğunu görüyoruz. İktidar olma duygusunun ötesinde dünya ve insanla bağını koparırsa o zaman vahşileşir, vahşileşmesinin ucu, menenti yoktur.
‘Mevcut durumu hazırlayan 80 darbesi midir’ diyorsunuz?
Evet, tam da onu söylüyorum! O dönemin Kenan Evren’i söz gelimi halka “batıla inanmayın” derken örnek verdiği bir cümle “Manda yuva yapmış söğüt dalına”dır. Burada iki yönlü bakılabilir bu söze. Bir, mandalar salkım söğütlerin altına yanaşırlar ve orada dinlenirler, bunu bir söz olarak düşünebildiğimiz gibi doğanın gerçeği de budur. Ama Kenan Evren’in aklı o kadar yetiyordu. O akıl iktidar olunca zindanları başlattı ve o süreç devam ediyor, üstelik de gittikçe zalimleşerek devam ettiriyorlar bu iktidarlarını. Çünkü bu iktidar kendine biat edenleri kolayca yaratır. Burada Aziz Nesin’i anmak gerekiyor. Demişti ki toplumun bazı kesimleri orta zekâlıdır. Orta zekâyı örgütlemek de bu İslamcıların ve faşistlerin işidir.
Dün olduğu gibi bugün de cezaevlerinde sorunlar var, hak ihlalleri, insanlık dışı uygulamalar ve tecrit. Fakat cezaevleriyle ilgili sorunların yeterince gündeme gelmemesinin sebebi nedir?
Bu yakıcı bir konu ve yakıcı bir soru. Ne yazık ki, elde bulunan medya ya da olmayan medya gerçeği ile asıl öğrenmesi gereken kitlelere iletememekteyiz. İşte o yüzden suskun bir toplum haline dönüştürmenin yolunu da buldular. Yani 2000’lerdeki açlık grevleri, ölüm oruçlarını Ankara başta olmak üzere kitleleri bilgilendirmek gibi bir çıkışlarımız vardı. Hatta bir mitinge kadar giden bir karşı koyuş, itiraz edebileceğimiz fırsatlar yaratabilmiştik. Şimdi tam bir polis devleti, vahşet dönemi. Ne yazık ki sokak medyasını yeterince kullanamıyoruz. Sosyal medya ise bence suyun üzerindeki bir tüy gibi. Fazla derine gitmediği için bakan bir insan görebilir.
Toplumdan yeteri kadar ses çıkmadığını söylüyorsunuz. Medyanın dışında nasıl bir sorumluluk gerektiriyor?
Bir demokrasi mücadelesi lazım… Demokrasi mücadelesinde insanlar kendilerine “Ben demokrat mıyım?” sorusunu sormalıdırlar. Demokrasi için mücadele vermeyen, mücadele içinde olmayan hiç kimse kendine demokratım diyemez. Her ne kadar hümanist bir görüşü olursa olsun, ne kadar dünya hakkında entelektüel bilgi ve donanımlı olursa olsun demokrasi için bir iz ve katkısı yoksa o insan kendine demokrat dememeli. Evinde oturan kişinin aynaya baktığında kendine sorması gereken soru budur.
Tecrit bir toplumsal mesele değil mi?
Tecrit meselesi ciddi olarak insanlığın, insanın insana yapabileceği zulmün son noktasıdır. Bu nokta, yaşayanlar ve o yaşayanların çevresi bilir (ailesi, arkadaşları, yakın dostları), dışına maalesef ki yeterince anlatılamamaktadır. Bu ne yazık ki elde bulunan bir iki televizyon kanalındaki programlarla doyurucu değil. Hele hele burada CHP’ye yakın görünen kanallara baktığımda “bu insanlar ne konuşuyorlar” diye düşünüyorum ve gerçekten dinleyemiyorum. Sakızlaşmış cümleleri, gazetelerde yazılanlardan öteye hiçbir yeni cümleleri yok. Göze alarak bir tecrit programını yapabildikleri yok.
Tecridi konuşmak, tartışmak, soru sormak, sorgulatmak, görünmeyeni göstermek, anlatmak çok mu zor? Sorun size göre ne?
Buradaki sorun yaratıcı olmamak. Yani diyelim ki mevcut iktidarın bu konuyu kendi gerçeği ile ifade etmekten men etmesinin arkasına sığınılamaz. Yazarlar kendi yazdıklarında bir yolunu bulup ifade ediyorlar. Dilin ve anlatımın olanaklarını kullanarak anlatabiliyorlar. Ama ne yazık ki bizim toplumsal kültürümüz yazı kültürüne değil görsel kültüre dayandığı için, sadece oradan beslendiği için ne yazık ki yazılar yeterince dolaşıma girememekte. Yaratıcı olunsaydı bu konuya ilişkin bir yol yöntem, anlatım biçimi bulabilirlerdi diye düşünüyorum.
Entelektüeller ve aydınlara düşen sorumluklar meselesi çok tartışılıyor. İkisinin arasındaki fark ya da ikisinin sorumlulukları nelerdir? Günümüzde bu çizgiler keskin mi?
Evet!! İkisini birbirinden ayırmak gerekiyor. Entelektüelin toplumsal sorumluluğu doğrudan doğruya aydınlar gibi değildir. Entelektüelin üstlendiği soruları sormak, sorular üretmektir. Aydın ise üretilen soruları ya da ürettiği soruların pratiğe geçmesini sağlamak için mücadele eden kişidir. O yüzden Türkiye’de özel durumlar ve sıkışık zamanlarda “vur abalıya” gibi durmadan aydınlara vurulur. Oysa öyle değil. Bu ülkenin aydını var. Onun ürettiği düşünce ile onun ürettiği fikir ile ancak dünyayı veya hayatımızı anlamlandırmaya ya da anlamaya çalışıyoruz. Ama aydın mücadele edendir. Ürettiği, ileriye sürdüğü düşünceyi pratikte gerçekleştirmek ister. Aydınlar bir sınıf, tabaka olmadığı için onları çok da sınıf bilinçli olarak görmek çok da doğru değil. Kaygan bir zeminde devinir aydın, o yüzden bazen nerede duracağını bilemeyebilir ve hatta yadırgarız o tip aydınları. İşte “dönek” deriz vs. isteriz ki aydın ürettiği düşünceleri hayatında da yaşasın; bunu bekleriz ve göremeyince de yargılarız. Zaten bir ülkede milyonlarca aydın olmaz. Aziz Nesin bir aydındı. Ama entelektüel değildi. Söylediği ne ise yaşamda da onun mücadelesini verendi. İsteriz ki entelektüeller de aydın özelliğini yaşasın.
Geçmişte yazar Yaşar Kemal ‘Bu ülkede Kürt sorunu vardır, demokratikleşmenin önünde de bir engeldir ve çözülmelidir’ demişti. Ve bir çözüm süreci yaşandı. Ama şimdi Kürtler başka bir kefeye konuluyor. Aydın olma öznesine baktığımızda demokrasi ve demokratikleşmenin yolunun açılması için söz söyleme, farkındalık yaratma hali değil mi?
Evet, bir ülkede kendine demokrat diyen insanların mücadelesinin ne olduğuna bakmak lazım. Kürt meselesi bir demokrasi mücadelesinin sonucu ancak çözümlenebilir. Kürt meselesi özellikle egemenlerin cehennemidir. O cehennemden ancak demokrasi mücadelesiyle mutedil iklimlere geçilebilir. Bence Kürt mücadelesi kendi Rönesansını gerçekleştirmiş bir mücadelenin sonucudur. Bu yüzden korkutmaktadır egemen güçleri. Çünkü onlar mücadele ile kazandılar bugünü. Bunu önemsemek lazım, bunu bizim kadar gören egemen güçlerdir de. O yüzden onlarla ittifakı gerçekleştirmek isteyen her kesime terörist yaftasını bir biçimde yapıştırıyorlar. Ve bunu da kitleselleştirebilecek olanakları, medyatik olanakları var. Politik olanakları var. Kanuni olanakları var. Bizim ise bu konuyu bilgisel ve sezgisel düzeyde anlamamız ve keskin bir şekilde Kürt demokrasi mücadelesinin boyutlarını diğer mücadeleyle de oluşturmak, tanıştırmak gerekmektedir.
Sokağa çıkmanın yolu bulunmalı Demokrasi mücadelesi dediniz, Boğaziçi Üniversitesi gündemde. 147 yazar, öğrencilere destek bildirisi yayımladı ve siz de imzacılarındansınız. Öğrencilerin de eylemleri sürüyor.
Şu anda Boğaziçi öğrencilerinin akademik, demokratik mücadelesini bir biçimde köreltmek ve şeytanlaştırmak için inanılmaz bir çaba göstermekteler. Evet, ben kendi adıma “BOĞAZİÇİ ÖĞRENCİLERİNE SELAMIMDIR” diye bir metin yayımladım. İmzamı da koydum. Onlar bunun farkındalar çünkü dünyayı ve kendilerini biliyorlar. Ama egemen güçlerin yaftalarını bir türlü aşamıyorlar. Yani inanılmaz, akla ziyan şeyler insanın ne bileyim yüreğini kabartan ve duvarları yumruklayası gelen haksızlıklar yaşıyoruz. O yüzden duvarları yumruklamak değil haksızlığa ve adaletsizliğe karşı sokağa çıkmanın bir yolunu bulmak gerekiyor. Başka çaresi yok.
Sokağa çıkan öğrencilere de sert müdahaleler oldu, gözaltılar ve tutuklamalar yaşandı. Amaçlanan ne?
Aslında yani zaaf şu! 1980’den itibaren örgütlerin tamamen ortadan kaldırılması. Özellikle sınıf bilinçli işçilerin sendikasızlaştırılması korkunç, bugünleri yaşamamıza yol açtı. İşçilerin sınıf bilinçli özelliklerinin neredeyse kaybolması, demokratik kitle örgütlerinin sınıfsal ya da mücadeleci yanının törpülenmesi nedeniyle örgütsüz bir toplum ortaya çıkmaktadır. Örgütsüz bir toplumu da bir biçimde yönlendirmek kolaylaşıyor egemen güçlerce. Örgütlü olmayan kesimler kolay ezilir. Öğrencilerin bilincinden başka örgütlülüğü yoktur. Boğaziçi öğrencilerinin bilinci var sadece. Bilinçli bir kesim ama örgütlü bir kesim değil. Çünkü sonuçta kulüp içerisindeki örgütlenmelere bile tahammül edemeyip kulüp odalarını kilitleyip anahtarını alan bir rektörle karşı karşıyayız. Demek ki öğrencinin akademik demokratik mücadelesini gerçekleştirebileceği en küçük örgütlenmeye bile tahammülü olmayan bir dönem yaşıyoruz.
Peki neler yapılmalı? Nerede azaldık, nerede çoğalmalıyız size göre?
Muhalif olmak ancak bilinçle mümkündür. Bu bilinç ile yapabileceğimiz şey sanatımızla, ilmimizle, hareketlerimizle, yaşayış tarzımızla çoğalmanın yolunu bulacağız. Doğru dediniz, azaldık. Ama azalarak çoğalma bilinci daha önemlidir. Bunu yapacak ve yolunu yöntemini belirleyecek politik olan örgütlenmeler tespit edecek. Onlar boşuna parti olmasınlar o zaman. Azaldığımız yerden çoğalmanın yolunu onlar belirleyecek.
Partiler üstü bir demokratik ittifak mı dediğiniz?
Partiler üstü değil, demokrasi mücadelesi vermek zorunda olan insanların birbirleriyle kuracakları ilkesel buluşmalar bu mücadelenin yayılmasına yol açacaktır. Yalnız bir partide mücadele verilir düşüncesi doğru bir düşünce değil. Herkes kendi düşüncesine bağlı kalmak kaydıyla asıl olan demokrasi mücadelesini gerçekleştirebilecek unsurların bir araya gelmesini sağlamaktır. Bu ise partilerin ve politik örgütlenmelerin işidir.
Ahmet Telli’nin nasıl bir derdi var?
Elbette bu ülkede insan kalabilmek ve bu insanlığımızı toplum içinde gerçekleştirebilmek; öyle bir derdim var.