İşsizliğin, yoksulluğun, açlığın giderek arttığı Türkiye’de toplumun büyük bölümünü oluşturan ücretliler, çiftçiler, küçük esnaf, küçük üreticiler vb. bırakın bankalara vadeli para yatırmayı, karnını zor doyurmaktadır
Özgür Müftüoğlu
Her konuşmasında Türk Lirası’na değer kaybettiren Erdoğan’ın 20 Aralık’ta kabine toplantısının ardından sarf ettiği “Vatandaşların tasarruflarını değerlendirirken kurdaki yükselişten kaynaklanan kaygılarını gidermek için ‘yeni bir finansal alternatif’ sunuyoruz, TL mevduat hesaplarının getirisinin döviz getirisi altında kalması durumunda aradaki farkın vatandaşlara biz (devlet) ödeyeceğiz” cümleleri, son bir buçuk ayda özellikle hızlanan kur artışını tersine çevirdi. Açıklamanın yapıldığı gün yüzde 6 değer kaybetmiş olan TL birkaç saat içinde yüzde 28 değerlendi. Ertesi gün Hazine Bakanlığı, Erdoğan’ın sözünü ettiği “yeni finansal alternatif” konusunda, “Birikimlerini TL mevduat olarak değerlendiren vatandaşlarımızın kurlardaki oynaklık karşısında mağdur olmaması için Cumhurbaşkanımızın da açıkladığı gibi “Kur Korumalı TL Vadeli Mevduat” ürünü devreye alınmıştır” açıklaması yaptı.
Başta ak-troller olmak üzere AKP’liler, Erdoğan’ın bir sözüyle TL’nin olağanüstü bir hızla değerlenmesini -MB’nın kasasından çıkan 7 milyar doların bu süreçte piyasaya sürüldüğünü dikkate almadan elbette- Erdoğan’ın kerameti olarak halka “pazarlamaya” çalıştı.
Erdoğan’ın bu hamlesi, ekonomik olmaktan çok AKP’nin yitirilen itibarını yeniden kazanmaya ve bir süredir gündemi belirleme olanağı bulan muhalefeti boşa düşürmeye yönelikti. Ancak siyasi kaygılarla yapılmakla beraber ekonomik ve sosyal etkisi büyük olacak bir hamleydi bu. Ama aynı zamanda döviz kurunda neden olduğu olağanüstü oynaklık, Türkiye ekonomisinin ne denli istikrarsız olduğunu tüm açıklığıyla ortaya koyarken; yapılan açıklamalar yaşanan çöküşün itirafı gibiydi.
Her şeyden önce şunu anımsayalım: Türk Lirası, 2 Ocak 2008-20 Aralık 2021 döneminde yüzde 1.394 değer kaybederek ABD Doları karşısında dünyada en çok değer kaybeden para birimi olmuştur. Bu oran, TL’den sonra en çok değer kaybeden Brezilya Reali’nden 6 kat daha fazladır. “Yeni finansal alternatif” TL’nin dünyanın açık ara en hızlı değer kaybeden para birimi olduğu gerçeğini değiştirmemiştir. Türk Lirası’ndaki bu büyük değer kaybının başlıca nedeni TL’ye olan güvensizliktir. Bir ülkenin para birimine duyulan güvensizlik, o ülkenin ekonomisine ve ekonomiyi yöneten siyasi iktidara da güvensizliktir.
Dolayısıyla 20 Aralık akşamı yapılan açıklama bir keramet alameti değil, aksine TL’ye ve tabii AKP iktidarına olan güvensizliğin kabulü ve dahi inatla verilen kararların ekonomiyi açmaza soktuğunun itirafıdır! “Kur Korumalı TL Vadeli Mevduat” adından da anlaşılacağı gibi, diğer ülke paraları karşısında uğrayacağı değer kaybını engelleme erki olmadığı itiraf edilen devletin, “TL’yi hazineden aktaracağı kaynaklarla korumaya alma” çabasıdır.
Her ne kadar Erdoğan bu alternatif için “sadece bankada parası olan vatandaşımız için değil ekonominin her alanını ilgilendiren olumlu bir gelişme” dese de bu koruma “vadeli mevduat”la sınırlıdır. Yani bankalarda vadeli (vadelerin en az 3 ay olması koşuluyla) parası olanlar içindir.
İşsizliğin, yoksulluğun, açlığın giderek arttığı Türkiye’de toplumun büyük bölümünü oluşturan ücretliler, çiftçiler, küçük esnaf, küçük üreticiler vb. bırakın bankalara vadeli para yatırmayı, karnını zor doyurmaktadır. Birikimi olan az sayıda kişiye kur garantisi verilmesi, TL’ye ve ekonomiye güveni inşa edemeyeceği gibi, Erdoğan’ın beklediği “kurda istikrar”ı da, orta ve uzun vadede sağlayamayacaktır. Bu bağlamda, Erdoğan’ın “finansal alternatif ürün”ünden nemalanarak, servetine servet katan bir avuç rantiye olacaktır.
Öte yandan TL mevduat hesaplarının getirisinin döviz getirisi altında kalması durumunda devletin ödeyeceği fark da yoksul halktan alınan vergilerden ve sosyal harcamaların kısılmasından karşılanacaktır. Böylece gelir eşitsizliği daha da artacak, zengin daha zenginleşirken yoksulluk çok daha derinleşecek ve yaygınlaşacaktır.
Madem TL’ye güvenin kalmadığı “tek adam” tarafından da kabul edilmiştir o halde devletin, rantiyelerden önce; bu ülkenin üreten gücü olan “emekçi, çiftçi, küçük üretici” gelirlerini korunması/güvenceye alması gerekmez mi?
Emekçiler faturanın sırtlarına yüklenmesini, daha da yoksullaşmayı istemiyorsa, vakit kaybetmeden TÜİK’in belirlediği -gerçek dışı- enflasyon oranına dayalı ücret artışlarına razı olmak yerine, reel ücretleri korumak için “kur korumalı ücret” talebini öne çıkarmalıdır! Bu talebin sınıflar arasında geçecek çetin bir mücadele sürdürmeden elde edilemeyeceği de unutulmamalıdır elbette.