Marketten bir sabun alan işçi A ile şirket sahibi B, gelirleri eşit olmadığı halde kasada aynı oranda KDV ödeyerek eşitlenmiş oluyor. Bu adaletsizliği görmek için iktisatçı olmaya gerek yok
M. Ender Öndeş
Bütün varlığını savaş, rant ve sömürü üzerine kuran AKP iktidarı, son süreçlerde su gibi akıttığı seçim rüşvetlerinin de etkisiyle iyice bataklığa doğru giden ekonomiyi biraz olsun toparlamak için, bir yandan sözde ‘yeni’ bir ekibi görev başına getirirken, bir yandan da yeni seçimlere hazırlanıyor. Bu arada, verilen açıkları da yeni vergiler yoluyla kapatmayı deniyor.
5 Temmuz Çarşamba günü AKP tarafından TBMM Genel Kurulu’nda Meclis Başkanlığı’na sunulan 17 maddelik en düşük memur maaşının 22 bin liraya çıkarılmasını öngören düzenlemenin yanı sıra yeni vergi artışlarını da içeriyordu. Teklifte, genel kurumlar vergisi oranı yüzde 20’den yüzde 25’e yükseltilirken, bankalar ve diğer finansal kuruluşlar için ise yüzde 30’a çıkartıldı. Ayrıca Motorlu Taşıtlar Vergisi (MTV) 2023 yılı için geçerli olmak üzere iki katına çıkarıldı.
Bu arada Resmi Gazete’de yayınlanan bir Cumhurbaşkanlığı kararı ile yeni pek çok ek vergi ve harç artışları yürürlüğe girdi. Buna göre, mal ve hizmetlerden alınan Katma Değer Vergisi (KDV) genel oranı yüzde 18’den yüzde 20’ye çıkarıldı, bazı mal ve hizmetler için uygulanan yüzde 8’lik KDV ise yüzde 10’a yükseltildi. Yurt dışı cep telefonu kayıt ücreti 20 bin oldu, pasaport dahil harçlarda yüzde 50 artışa gidildi. Böylece yeni bir zam dalgasının da önü açılmış oldu.
Geçen yüzyılın icadı
Zora düşen her hükümetin ilk elde KDV oranlarına yüklenmesi çok normal; çünkü devlet gelirlerini artırmanın en kolay ve en vahşi yolu KDV. Dolayısıyla bütçenin en önemli parçasını oluşturan bu vergiyle oynamak, garantili bir yol gibi görünüyor. En önemlisi de, bütün bu oynamalarda kamuoyunun ayrıntılara takılıp kalarak KDV’nin asıl adaletsiz yüzünü görmemesi oluyor.
Biraz geriye giderek bakarsak, KDV aslında kapitalizm tarihinin en parlak icatlarından biridir ve tarihi yüzyılın başlarına kadar gidiyor. Modern anlamda KDV ilk olarak 1919’da Almanya Hükümetinin ekonomi danışmanı ve aynı zamanda bir sanayici olan Dr. Wilhelm Von Siemens tarafından öneriliyor ama ilk uygulaması 1954’de Fransa’da başlatılıyor; önceleri sadece imalat aşamasında uygulansa da giderek tüketim tipi vergiye dönüştürülüyor. Sonrasında ise hızlı şekilde diğer ülkeler tarafından benimseniyor. Avrupa ekonomik Topluluğu’nun kurulmasından sonra uzun çalışmalar sonucu nihayet 1963’te dolaylı vergilerin uyumlulaştırılması konuları hükme bağlanıyor.
Ama KDV’nin asıl yıldızının parlaması, neoliberal vahşi kapitalizmin yükseliş yıllarına denk düşüyor; daha doğrusu küresel kapitalizmin efendileri ellerinde ne kadar elverişli bir soygun aracı olduğunu yeniden fark ediyorlar.
Akıldışı ve vahşi
Bütün kamusal alanların çökertilmesi, her şeyin özelleştirilerek ticarileştirilmesini ilke edinen neoliberalizm için, yurttaşların cebinden devlete, devletten de sermayeye gerçekleşen bir akış, böylece zahmetsizce kotarılırken, böylece devlet mekanizmasının yükünü büyük ölçüde sıradan insanların üzerine yıkmak mümkün oluyor; çünkü KDV, ‘kazanca bağlı vergi’ düzeninin son kırıntılarını da aslında yok ediyor.
Böylece aslında korkunç akıldışı bir düzen kurulmuş oluyor. Çok basitçe anlatılırsa, marketten bir sabun alan işçi A ile şirket sahibi B, gelirleri eşit olmadığı halde kasada aynı oranda KDV ödeyerek eşitlenmiş oluyor. 10 bin lira maaş alan emekçi ile milyarlarca dolara sahip patronun aynı oranda vergi ödediği bu düzenin adaletsizliğini görmek için iktisatçı olmaya gerek yok.
Bunun da ötesinde KDV, bir yandan da, (neoliberalizmin pek ünlü iddiasının tersine) alışveriş hayatına net bir devlet kontrolü getirmiş oluyor. Böylece devlet, bir yandan bütün ekonomiyi yazarkasa düzenine bağlayarak -Big Brother gibi!- kimin ne sattığını ne aldığını kayıtlara geçirirken, diğer yandan da vergi düzeninin dışında kalan geçimlik ekonomileri, küçük satıcıları tasfiye etmeyi başarıyor ve her türlü ürünü ‘düzenli’ iş yapan büyük kurumlara tabi kılmış oluyor.
Böylece gelinen süreçte, 2018 sonu itibariyle 193 ülkenin 166’sında KDV uygulanıyor. KDV, bu ülkelerin toplam vergi gelirlerinin içinde yaklaşık yüzde 20’lik bir paya sahip durumda.
Bir 12 Eylül ürünü
Türkiye’nin KDV düzenine geçişinin 12 Eylül’ün ardından, cuntanın gerçek mimarı olan Turgut Özal zamanında gerçekleşmesi şaşırtıcı değil. 25 Ekim 1984 tarihinde Mecliste kabul edilen 3065 sayılı KDV Kanunu, 1 Ocak 1985’te yürürlüğe girmiş, aynı süreçte 3 Bakanlar Kurulu Kararı ve 9 genel tebliğ yayımlanmış, bu soygun yasası şatafatlı biçimde halka tanıtılmıştı. Aynı günlerde Vergi Usul Kanunu’nda bir dizi düzenleme yapılmış, ayrıca 3 perakendecilere yazar kasa kullanma zorunluluğu getirilmişti. Belge istenmesini teşvik etmek amacıyla da ücretlilere vergi iadesi sistemi kurulmuştu.
Başlangıçta 63 esas, 5 geçici maddeden oluşan KDV Kanunu’nda zaman içinde onlarca değişiklik yapıldı, yüzden fazla genelge, tebliğ, vs. yayınlandı. Başlangıçta yüzde 10’luk genel KDV oranı ile temel gıda maddeleri için sıfır olmak üzere iki oran vardı. 1988’de genel oran yüzde 12’ye yükseltildi, indirimli oranlara yüzde 8 oranı eklendi ve ilk defa yüzde 15’lik yükseltilmiş oran uygulamasına başlandı. 2001’de ise doymak bilmez mekanizma, çıtayı yüzde 18’e kadar yükseltti. 2002 yılında KDV’ye ‘kardeş’ gelen ÖTV, yükü iyice artırdı.
Bütçenin asıl yükü
1985’te yılında KDV hasılatı, toplam vergi gelirleri hasılatının yüzde 25’ini oluşturmuştu. Bu oran daha sonra yüzde 25’in altına hiç inmedi. 1998 yılında vergilerin yüzde 56,2 dolaylı, yüzde 43,8 dolaysız vergilerden oluşmakta iken 2020 yılında dolaylı vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payı yüzde 66,8 olmuştu. 1998 – 2020 döneminde dolaylı vergilerin oranının yüzde 70’ in üzerine çıktığı yıllar da olmuştur.
Son 20 yılın toplamına bakıldığında ise toplanan verginin yaklaşık yüzde 29,2 – 32,7’lik bölümü gelir ve kurumlar gibi “dolaysız vergiler”den, yaklaşık yüzde 70,8 – 67,3’lik bölümünün ise ÖTV ve KDV gibi harcamalar üzerinden alınan “dolaylı vergiler”den oluştuğunu görmekteyiz
2021 yılında ise devlet, 1 trilyon 165 milyar TL vergi topladı. Bu vergilerin yarısından fazlası (yüzde 50,7) KDV ve ÖTV’den geldi. KDV ve ÖTV’nin toplam tahsilatı 590 milyar 721 milyon lira oldu. Böylece, diğer dolaylı vergilerle birlikte toplam vergi gelirleri içindeki dolaylı vergilerin payı yüzde 64,6’yı buldu. Geriye kalan dolaysız vergilerin payı yüzde 35,4’te kaldı.
Kuşkusuz bu bilgilere OECD ülkelerinde KDV oranının yüzde 35’i aşmadığını da eklemek gerekiyor.
Hepsi cebimizden çıkıyor
Ama orada dikkat çeken başka bir şey daha var: 2021’de tahsil edilen toplam (dolaysız) gelir vergisi 219 milyar 632 milyon lira iken, bunun yüzde 91,6’sı (201 milyar 347 milyon lira) ücret gibi stopaja bağlı tabi gelirlerden oluşuyordu. Bir başka hesaplamaya göre de 2021 yılında tahsil edilen vergi gelirleri içinde ücretlilerden kesinti yoluyla alınan gelir vergisi yüzde 17,3, bunun dışında beyana dayanan gelir vergisinin oranı ise sadece yüzde 1.2 gibi çok düşük bir düzeyde gerçekleşmiştir. Bu durum yıllardır gelir vergisinin yaklaşık yüzde 90’ının aslında ücretliler tarafından ödendiğini göstermektedir.
Yani, rakamlara toplu olarak baktığımızda, her saniye servetine servet ekleyen en zenginlerin, büyük şirketlerin şatafatla ilan ettikleri vergilerin aslında toplam verginin küçük bir bölümü olduğu, devletin asıl yükünü emekçiler ve tüketicilerin sırtında olduğunu görüyoruz.
Bu da yetmezmiş gibi gelir ve kurumlar mükellefleri için son 20 yılda 12 kez vergi affı getirilmiştir.
Sonuç olarak, bütün kapitalist dünyada vergi adaleti olduğu söylenemez belki ama üç ayda bir inşaat baronlarının vergilerinin silindiği Türkiye’de işin çığırından çıktığı kesindir. Devlet, bir yandan askerinden polisine ve silah harcamalarına kadar her türlü yükü emekçilerin ve düşük gelirli insanların sırtına yıkarken, diğer yandan da aynı vergi kaynağından “vergi yüzsüzü” şirketleri finanse etmekte, böylece halkın sırtından topladığı vergilerle ciddi bir sermaye aktarımı gerçekleştirmektedir.
Üstelik bu vergilerdeki her artış, zincirleme etki yapan, üretken özellik taşımaktadır. “Dolaylı vergi”ler, harçlar ile elektrik, doğalgaz ve petrole yapılan zamlar; ete, ekmeğe, süte, peynire, yağa, sebzeye, meyveye, suya ve her türlü gıda maddesine zam olarak yansımakta, düşük gelirli ve yoksullar için hayatı daha çekilmez hale getirmektedir.
Doğrusu nedir?
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, KDV, ÖTV ve diğer dolaylı vergiler, kişinin gelirine ve servetine bakılmadan mal ve hizmet alırken tahsil edilmektedir. Dolayısıyla en alttakiyle en üsttekinden aynı vergiyi alan bu sistem bir tür haraçtır, tümden adaletsizdir ve düşük gelirlilerin aleyhinedir. Bu vergilerin, harçların ve cezaların artırılması; düşük gelir grupları açısından “sosyal adalet”in bozulması anlamına gelir. Bu açıdan dolaylı vergilerin tümüyle ortadan kaldırılması, bütün vergilerin kazanç esasına göre “az kazanandan az, çok kazanandan çok” alınması, gerçekten adil bir vergi düzenidir.
Bu açıdan bakıldığında bugün Türkiye’nin en büyük sorunlarından biri, emekçilerin temsilcisi olduğunu iddia eden sendikaların, ücretler için yarım yamalak da olsa çaba gösterirken, yoksulluğu artıran bu asıl felaket karşısında sadece açıklamalarla yetinmesi, sırf bu konuyu merkezine alan mitingler ve kampanyalar düzenlemekten uzak durmasıdır.