Çalışma Ekonomisi Doktoru Arif Koşar ile kapitalizmin krizini ve nereye doğru yol aldığını konuştuk: Kapitalistlerin de kafası karışık, bu durumdan nasıl çıkılacak, kendileri de bilmiyor. Sürdürülemez borç seviyeleri yeni bir krizin yolunu açabilir. Kriz ötelenebilir, geciktirilebilir ama kapitalizmin içsel dinamikleri krizi zorunlu kılar
Yusuf Gürsucu
Kapitalist ülkelerin tamamında süren ekonomik krizin toparlanması için adeta mucizeler gerekiyor. Türkiye’de ise bu süreç daha derinden yaşanırken yoksulluk ve işsizlik giderek artıyor. Tüm bu sorunları Çalışma Ekonomisi Doktoru Arif Koşar ile konuştuk. Koşar, verdiği yanıtlarla yaşanan sürecin adeta fotoğrafını ortaya koydu.
Kovid-19’un kapitalizmi ‘geçici’ olarak duraklama sürecine soktuğu iddiaları ileri sürülürken yoksulluk çığ gibi büyüyor. Sermayenin büyüme ve genişleme sürecinde bir daralma yaşandığı ise bir gerçek. Kapitalizmin bu haline geçici diyebilir miyiz?
Pandemi sürecinde, yani 2020 yılında, dünya ekonomisi yüzde 3.5 daraldı. Bu tarihteki en büyük ve etki alanı en geniş daralma. Geniş, çünkü ülkelerin yaklaşık yüzde 93’ünde üretim, yatırım, istihdam ve ticarette düşüş yaşandı. Her çöküşün ardından olduğu gibi 2021 yılında, eğer salgında yeni ve beklenmedik bir gelişme olmazsa, bir toparlanma ve büyüme kaçınılmaz. Ancak, bu toparlanmanın çok güçlü olmayacağı, 2019 rakamlarına ulaşmanın 2022’yi bulabileceği söylenebilir. Çünkü hem pandeminin açtığı yaralar hem de kapitalizmin içsel sorunları güçlü bir büyümeye engel. Ayrıca “büyüme”, işini kaybeden emekçilerin en azından bir kısmının yeniden istihdama girmesi anlamına gelse de sermaye pandemide elde ettiği bazı fiili avantajları kullanmak ve emekçiler üzerinde baskı ve sömürüyü artırmak isteyecektir. Örneğin artan işsizliği bir tehdit aracı olarak kullanıp ücretleri düşürmeye, çalışma koşullarını ağırlaştırmaya çalışacaktır.
Toparlanmayı yavaşlatacak kapitalizmin içsel sorunlarından bahsettiniz, nedir bunlar?
Birincisi, 2008-9 krizinden sonra uzun süreli bir büyüme periyodu yaşansa da gelişmiş ülkelerdeki büyüme oranları, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en düşük seviyede idi. Çoğunlukla %2’nin altında. Bu döngüden çıkılabilmiş değil. Nasıl çıkılacağı konusunda da kafalar karışık. İkincisi, 1990’lı yıllardaki yükseliş, 2000’li yıllarda düşüş gösteren kâr oranları, 2010’lu yıllarda daha düşük bir seyre girdi. Kapitalizmin sermaye birikimi ve dolayısıyla kâra dayandığı düşünülürse bu oldukça ciddi bir sorun. Üçüncüsü, yatırımların temel belirleyeni kâr beklentisi. Ancak, özellikle reel sektörde kâr oranındaki düşüş, para sermayeyi finansal yatırımlara yönlendiriyor, bu da son tahlilde, güçlü bir ekonomik toparlanmanın önünde engel. Dördüncüsü, dünya genelinde 40 yıldır uygulanan neoliberal politikalarla işçilerin ücretleri ve alım gücü düştü, gizli ve açık işsizlik arttı. Sendikalaşma oranı dibe vurdu. Finansal serbestleşme sonucu emekçiler düşen ücretlerini borçlanarak telafi etti. Ancak bunun elbette bir sınırı var, bu durum borç ve finans krizlerini tetikliyor. Beşincisi, 2011’de ortaya atılan Endüstri 4.0 söylemine ve çok yönlü teknolojik gelişmelere rağmen ekonomik verimlilikteki artış tam bir hayal kırıklığı. Sebepleri üzerine bolca spekülasyon var.
Peki, pandemi bunlara neyi ekledi?
Birkaç örnek vermek gerekirse, öncelikle, pandemi sürecinde iflas eden çok sayıda küçük ve orta ölçekli işletmede çalışan emekçiler işsiz kaldı. Bunların tamamının 2021’deki toparlama sürecinde yeniden istihdam edilmeleri mümkün değil. Bunlar ve yasal olarak işten atılmamış gibi gözüken ama ücretsiz izin vb. uygulamalarla fiilen gelirleri ciddi bir biçimde düşen emekçiler temel ihtiyaçlarını karşılamak için bankalara daha fazla borçlandı. Bazı sektörlerde kısa süreli ve düşük ücretle çalışma; sağlık, lojistik ve perakende ticaret gibi sektörlerde aşırı uzun saatler ve ağır koşullarda güvencesiz çalışma pratiklerini de hatırlatmak gerekir.
Yine çok sayıda şirketin pandemi döneminde borçları kaldıramayacağı ölçüde arttı. Son 3 yıl içinde borçları karşılığında ödediği faiz miktarı elde ettiği kârdan daha fazla olan firmalara zombi şirket deniyor. 2020 yılında dünya genelinde bu şirketlerin sayısı 2000 yılındaki zirveye yaklaştı. Zombi şirketlerin üzerinde 2 trilyon dolarlık yük var ve bu da bir finansal kriz tehlikesi yaratıyor. Benzer bir tablo Türkiye’de de söz konusu.
Kapitalizm salgın sürecinde kendi geleceği için birtakım projeler üretiyor. Küreselleşmeden geri dönüş, eşitsizlik ve dijitalleşme bu yıl dünya ekonomisini şekillendirecek ana eğilimler olarak ele alınıyor. Davos-2021 zirvesinde öngörülen riskler arasında ise büyük kapitalist işletmelerin ellerindeki pazarlardan dışlanabileceği ve kontrol dışı düzensiz bir sarsılma riskiyle karşı karşıya olduğu belirtiliyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kapitalistlerin de kafası karışık, içinde bulundukları durumdan nasıl çıkılacak, kendileri de bilmiyor. Parasal ve mali teşviklerin sürdürülmesi ekonomik toparlanma ve finansal varlıkların fiyatlarındaki erimeyi engellemek için zorunlu, ama aynı nedenle sürdürülemez borç seviyeleri de yeni bir krizin yolunu açabilir, işte ana akım iktisatçıların içinden çıkamadığı ikilemlerden biri bu. Elbette, bu ikilem onların suçu değil. Ancak onların kabul etmek istemedikleri şey şu: Sorun kapitalizmin üretim tarzının kendisinde. Kriz ötelenebilir, geciktirilebilir ama kapitalizmin içsel dinamikleri krizi zorunlu kılar.
Kapitalizmin geleceğine ilişkin umutlardan biri Endüstri 4.0 ile tanımlanan teknolojik gelişmelerin sağlayacağı verimlilik artışıydı. Böylece yeni ve yüksek seyreden bir iktisadi büyüme trendi başlayacaktı. WEF Başkanı Klaus Schwab, bu fikrin en sıkı savunucularından. Ama, dördüncü sanayi devrimini konu edinen iki kitabında da itiraf ettiği gibi bunlar henüz sadece vaat. Bu umut pandemi sürecinde de gündeme geldi. Kovid-19 nedeniyle hastalanan ya da işe gelemeyen işçilerin yerini robot ya da yapay zekâ uygulamalarının alacağı ileri sürüldü. Teoride mantıklı gözükse de zaten büyük bir krizin içindeki şirketlerin sabit sermayelerinde büyük bir yenilenmeye gitmesi ve yatırım yapması pek de olası değildi.
Diğer bir tartışma, Trump’ın slogan düzeyinde formüle ettiği ama pek beceremediği bir tür ulusal içe kapanma da gerçekçi değil. Bu, belki daha yumuşak bir formda, 2008 krizinden sonra da gündeme gelmişti. Sanayinin önemi yeniden keşfedilmişti. Hem de yıllarca post-endüstriyel toplum söyleminin öznesi olan kurumlar tarafından. Buna göre, otomasyonun sağladığı avantajla düşük ücretli işgücüne sahip bağımlı ülkelere yapılan yatırımlar merkez ülkelere geri dönecekti. Ancak geçen süreçte, küçük bazı örnekler olsa da hâlâ ucuz işgücü çok daha kârlı ve bu nedenle yatırımların merkeze dönmesi söz konusu değil. Belki bazı ülkelerde bu tip içe dönmeler olabilir, bazı ithalat sınırlamaları gündeme gelebilir. Ancak sermaye ihracı, günümüz emperyalizminin temel bir özelliği ve köklü bir değişiklik mümkün değil gibi gözüküyor.
Dünyada sınıf ve ırk ayrımı giderek derinleşip büyürken, Türkiye’de bu durum daha da ileri boyutta yaşanıyor. Mevcut iktidar, bu politikalarla sermaye ihtiyacına daha ne kadar yanıt verebilir?
AKP-MHP ittifakı, ekonomide birikmiş büyük sorun ve gelişen kriz unsurlarına rağmen uluslararası faktörler açısından nispeten şanslı bir dönemde. ABD Merkez Bankası FED’in aldığı sıfır faiz kararı ile Türkiye gibi ülkelere önemli miktarda döviz girişinin yolu açıldı. Bu hem döviz kurunda kısmi bir düşmeye hem de düşük faizli kredi anlamına geliyor. Bu koşulların ne kadar süreceği ve sermaye birikiminin içinde bulunduğu kriz dinamiklerinin ne kadar ötelenebileceği ayrı bir tartışma konusu.
AKP’nin 2002 yılında iktidara gelirken asıl başarısı, sınıfsal bakımdan tekel dışı orta ve küçük burjuvaziye yaslanmasına karşın büyük sermayenin programını üstlenip hayata geçirmesiydi. AKP’ye yakın sermayenin bir kısmı, kamu ihaleleri ve mega projelerle tekel haline geldi ve bu süreç iki tekelci sermaye kampı arasında sorunlara yol açtı.
Bugün de AKP’nin hem geleneksel Batı yanlısı burjuvazi hem de yandaş tekelci burjuvazinin talep ve ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir çözüm arayışı içinde olduğu söylenebilir. “Hukuk reformu” bu bağlamda gündeme geldi. Bununla birlikte tekelci burjuvazinin farklı klikleri ve AKP’nin halka yayılan sinir uçları olarak KOBİ ve küçük ticaret erbabının çıkarları arasında ahenk sağlamak, bugün için pek de kolay değil.
Tabii bütün bunlar sermaye ve hükümet cephesindeki durum. Emekçilerin sendikal-sınıfsal örgütleri AKP döneminde büyük ölçüde zayıflatıldığı için, işçilerin kendi çıkarları doğrultusunda siyasete müdahalesi oldukça zayıf. Bununla birlikte Türkiye’nin içinde bulunduğu kriz süreci, pandemi ile daha da ağırlaştı. İşsizlik, hayat pahalılığı, düşen gelirler, güvencesiz çalışma ve ağır sömürü koşulları iktidarın da oy tabanını oluşturan işçi kitlelerinde bir kırılmalara yol açabilir ve bunun siyasal sonuçları olacağı açık.
AKP’nin iktidarda kalmaktan başka çaresi yok
AKP, sermaye birikimi ve yağmayı tamamen ‘saraya’ bağlamış durumda. Diğer yandan polisi ve yargıyı parti unsurlarıyla süslerken, ‘ulusal ulvi çıkarlar’ üzerinden de CHP ve İyi Parti’yi kontrol ettiği görülüyor. Sizce bu siyasal durum daha ne kadar sürdürülebilir?
Bu siyasal durum, bir ölçüde dünyadaki trend ile paralel, ancak önemli özgünlükleri de içeriyor. Kısaca belirtmek gerekirse, 2008 krizinin ardından, kemer sıkma programlarında ifadesini bulan neoliberal politikaların dayatılması, emekçilerin büyük tepkileri karşısında otoriter bir siyasal yönelimi koşulladı. Bu süreçte merkez partilere yönelik tepkilerden en çok aşırı sağ partiler yararlandı. 2008 ile başlayan ama 2013’teki kırılma ile bugüne kadar gelen süreç, Türkiye’nin özgün siyasal koşullarının yanı sıra dünyadaki eğilimin bir parçasıydı. Otoriter ve baskıcı yönetim AKP’nin keyfi bir tercihi değil, Türkiye’nin egemen sınıfları açısından da bir gereklilikti. AKP’nin ne işçiye verecek ekonomik ne Kürt’e verecek demokratik ne de gençliğe sunacağı gelecek vaadi kaldı.
2018 Cumhurbaşkanlığı referandumu ile Türkiye’deki otoriter tek adam rejiminin yasal dayanakları da oluşturuldu. AKP iktidarda kalmaktan başka çaresi olmayan bir parti. Yeni iktidar blokunun belirleyeni sadece AKP değil, MHP ve temsil ettiği güçler ve tüm bunlar arasındaki siyasal mutabakat. Ancak bunu, belirli bir çerçevede yürütmek zorundalar. Başka bir deyişle, Boğaziçi eylemleri, işçi direnişleri, kadın ve LGBTİ+ hareketlerine yönelik baskı ve şiddet ile tanımlanan otoriter tek adam rejiminin açık faşist bir rejime dönüşme konusunda bazı kısıtları var. Öncelikle, bağımlı bir ekonomi ve genel olarak döviz girişine, özel olarak da “sıcak para” denilen finansal sermaye akışlarına muhtaç. AKP’nin yaklaşımında ekonomik istikrar seçim başarısının temeli. Örneğin tamamen göstermelik “hukuk reformu” gündemi TÜSİAD ve uluslararası sermayeye, biz hâlâ size bağlıyız mesajı vermek için. İkincisi, otoriter tek adam rejimi toplumun önemli bir kısmında ya da çoğunluğunda siyasal hegemonyasını sağlayabilmiş değil. Yani milyonlarca insan tek adam rejimine karşı ve bir mücadele söz konusu.
Peki, bu tabloda muhalefetin durumu için ne söylenebilir?
Otokratik-baskıcı tek adam rejiminin karşısında iki muhalefet çizgisinden bahsedebiliriz. Birincisi CHP, İyi Parti ve AKP’den ayrılan diğer partilerin oluşturduğu, demokrat bile diyemeyeceğimiz ama tek adam rejimine çıkarları gereği karşı olan Millet Cephesi ve çevresi. Bu cephenin perspektifi yeni bir hükümet kurulması ile sınırlı. Meclis’in etkinliğinin arttırılması, otoriter uygulamaların biraz gevşetilmesi ve kimi demokratik hakların kullanılabilmesini içeren bir restorasyon programı. İktisadi programı temelde mevcut hükümetinkinden farklı değil, yani neoliberal ve emekçiler üzerindeki baskının sürdürülmesini öngörüyor. İktisadi ufku “hukuk devleti”ne geçiş ile yabancı sermayenin geleceğini varsayan ve emperyalizme bağımlılığı artıracak politikalar. Tek adam rejiminden bıkmışlık, halkın büyük kısmını, “AKP gitsin de kim gelirse gelsin” noktasına getirdiği için muhalif kesimlerde en yaygın kabul gören yaklaşım da açıkçası bu.