“Mesela Ortaçağ’da, İlkçağ’da çocuk ya babaya aittir ya kiliseye, biraz daha ileri gittiğimizde devlete aittir. İşte o İlkçağ’da, Ortaçağ’da ve Rönesans’taki algı hâlâ devam ediyor”
Hicran Urun / Söyleşi
Son günlerde art arda okuduğumuz, tarikat yurtlarında çocuğa yönelik cinsel istismar, ebeveyn şiddeti, aileye atfedilen ‘kutsiyet’ nedeniyle en az konuşulan fakat yaşanma oranının çok yüksek olduğu tahmin edilen ensest vakaları gibi haberler, toplum içinde çocuğun algılanışı ile aile ve mülkiyet gibi kavramların yeniden tartışılması gerektiğini de ortaya koydu.
Çocuğa yönelik her türlü şiddet biçiminin – fiziksel, cinsel veya psikolojik – daha çok ‘korunaklı’ olarak adlandırılan – aile, yurt veya okullar – kapalı kurumlarda gerçekleşmesi bir yandan bu kurumların denetlenebilirliği konusundaki mekanizmaların eksikliğini gösterirken, diğer yandan çocuk ile yetişkinler arasındaki güç ilişkisinin ‘mülkiyet’ veya ‘tahakküm’ üzerinden kurulduğunun da bir yansıması.
Peki, çocuklar ile yetişkinler arasındaki ilişki biçimi, çocuğun toplum içinde tanımlanması nasıl olmalı, çocuğu güvende hissettirebilecek mekanizmalar neler ve aile dediğimiz bu kavram gerçekten de ‘kutsal ve dokunulamaz’ mı olmalı? Aklımızdaki soruları KHK ile kapatılan Gündem Çocuk Derneği’nin Çocuk Hakları Merkezi koordinatörü Ezgi Koman’a sorduk.
*Antep’te bir babanın 3 aylık bebeğine uyguladığı şiddet, Mersin’de bir dedenin torununa tecavüzü, Yozgat’ta bir annenin bebeğini öldürmesi ve art arda gelen tarikat yurtlarında çocuk istismarı haberleri… Tüm bunları düşündüğümüzde Türkiye’de çocuğa yönelik şiddeti nasıl değerlendirmek gerek?
Bu haberler aslında bize şunu gösteriyor; Türkiye’de çocuğa yönelik şiddet en derin yaşanan çocuk hakları sorunu olarak karşımızda duruyor. Şiddet tabi ki pek çok yerde ve biz sürekli her haberde de bunu yeniden yeniden görüyoruz. Birlemiş Milletler’in çocuğa yönelik şiddetle ilgili belirlediği 5 temel alan vardır. Bunlar; okul, ev, kapalı kurumlar, sokak ve çalışma yaşamı. Açıkçası Türkiye’de bu 5 alanda da çocuklar şiddete maruz kalıyorlar.
*Peki çocukların maruz kaldığı şiddetin temel sebebi nedir?
Bunun pek çok sebebi var, çocukların korunmaması ile ilgili, çocukları şiddete açık eden algı ile ilgili, hem de genel olarak toplumda gittikçe daha da derinleşen hiyerarşik yapının da etkileri var tabi. Şiddet çok karmaşık bir konudur aslında, sürekli şekil değiştirir, alan değiştirir, pek çok boyutu vardır. Çocuğa yönelik şiddet de bu şekilde.
Şöyle diyebiliriz aslında şiddetin temel tanımından yola çıkarak şiddeti şöyle tanımlıyoruz biz; gücün kötüye kullanımı. Burada da gücü kim elinde bulunduruyor, failler. Failler de genellikle yetişkinler oluyor çocuklar açısından. Yetişkinler hakikaten çocuklara karşı ellerinde bir güç olduğunu düşünüyorlar ve bunu uygulayabiliyorlar. İşte kim bu failler, baba ya da yukardaki örnekte olduğu gibi dede veya Afyon’daki 16 yaşındaki Ş.’de olduğu gibi patron. Ya da kapalı kurumlarda olduğu gibi yönetici veya öğretmen. Bunlar çocuğa karşı hep ellerinde bir gücü bulunduruyorlar. Çünkü toplumda çocuğun algılanışı buna çok müsait. Çocuğu biz hep şöyle algılıyoruz; güçsüz, masum, korunması gereken, olmamış hani henüz bir birey de değil hep olacak olan. Bu işte çocuğun bir özne olarak birey olarak görülmesinin önünü kesiyor. Hakları ve özgürlükleri, potansiyeli olan bir birey olarak görülmüyor, dolayısıyla daha güçsüz ve daha zayıf bir algı oluşuyor. Bu da ister istemez onun karşısındaki yetişkinlere ellerinde bir güç barındırıyor. Hani bir takım sloganlar var ya onlara çocuk hakları hareketi karşı çıkıyor; çocukların sesi ol gibi. İşte bunlar aslında çocuklar sanki sessizmiş gibi, hep başlarına kötü bir şey gelir ve kendilerini savunamazlar, hep yetişkinlere muhtaçlar. Bu algı failleri cesaretlendiriyor aslında.
*Yani çocuğun zayıf olduğu algısı şiddet fikrini besleyen bir yerde duruyor?
Kesinlikle, zayıf ve masum. Hiçbir fail güçlü bulduğu kişiye şiddet uygulamaz. Bir de bununla ilgili mekanizmalara sahip değilse çocuk -ki genellikle öyle- dolayısıyla bu şiddetin açığa çıkmayacağını da düşünüyor. Açığa çıktığında da -bu da cezasızlık örüntüsüyle çok ilgili- nasılsa cezasız kalacak diyor. Dolayısıyla bu üç şey – mekanizmaların olmayışı, algı ve cezasızlık – şiddeti yeniden yeniden ortaya çıkarıyor. Kadına yönelik şiddette de aslında benzer bir şey işliyor.
*Çocuğa yönelik şiddet, istismar yurtlarda ya da okullarda yaşanması durumunda basına yansıyor, bir şekilde karşılaşıyoruz ama en az gün yüzüne çıkanı ensest. Bunu nasıl değerlendiriyorsun, çünkü aile gibi kapalı bir kurum içerisinde bunun gün yüzüne çıkması kolay değil.
Değil. Bu aslında aileye bakış açımızla da ilgili çünkü aile sürekli kutsal, çocuklar, kadınlar için en doğru, en ideal yer gibi düşünüldüğü için oradaki olası bir durumu kabullenmek çok zor. Kabullenilmediği için de bu konuşulamaz oluyor, konuşulamadığı için de açığa çıkmıyor. Bu ensest meselesi aslında bizim düşündüğümüzden çok daha yaygın. Aileye böylesi bir kutsallık atfedilince, kabullenmek içsel olarak da zor.
Bir çocuk örneğin, babası tarafından böylesi bir cinsel şiddete maruz kaldığında, bunu anneye söylediğinde hakikaten annenin bunu kabul etmesi, bununla ilgili eylemde bulunması zor. Bunu anlamak da gerekiyor. Ama bunu yeniden yeniden üreten de hani dediniz ya kapalı, aileler de kapalı kurumlar. Şunu çok iyi biliyoruz; kapalı kurum şiddet üretir. Bu hapishane olabilir, muhafazakar bir ev ortamı olabilir, yurtlar olabilir hiç fark etmez ama biliyoruz ki kapalı kurum şiddet üretiyor. İşte bu yüzden diyoruz bağımsız denetleme kurumlarının o kapalı alanlara girip açıklığı, denetlemeyi, şeffaflığı sağlaması çok önemli. Bu aile için de geçerli. Kimse aileye karışmaz, aile içinde olan aile içinde kalır. Çünkü her aile kutsal. Tabi ki çok karanlık bir şey oluşturuyor bu.
*Yine ailede çocuğun tanımlanması da bir sorun diyebiliriz miyiz? Bu devlette de böyle mesela; en son çıkan 5. yargı paketinde ebeveynlerin boşanması durumunda çocuk ‘icra’ başlığı altında inceleniyor. Hem ailede hem devlette çocuk haczedilebilecek, el konulabilecek bir mülk gibi algılanıyor…
Tabi tabi, kesinlikle öyle yani boşanmış çiftlerin çocukla görüşme meselesi icra kanununda düzenlendi, bu çok acayip bir şey. Bu o algının birebir yansıması. İşte biz çocuk tarihi anlatmaya çalışıyoruz zaman zaman çocuk hakları eğitiminde. Mesela Ortaçağ’da, İlkçağ’da çocuk ya babaya aittir ya kiliseye, biraz daha ileri gittiğimizde devlete aittir. İşte o İlkçağ’da, Ortaçağ’da ve Rönesans’taki algı hâlâ devam ediyor. Yani çocuk ya ebeveynlerine ait ya devlete ait, dolayısıyla o aitlik üzerinden de üstünde hükmedilebilir, tahakküm kurulabilir oluyor.
Fakat bu sadece şiddet açısından da değil. Bu algıyı besleyen daha masum gördüğümüz durumlar var örneğin, çocukların fotoğraflarının ebeveynleri tarafından paylaşılması meselesi de aynı algının sonucu. Hani şiddet de uygulayabilirim, fotoğrafını da paylaşabilirim. Çocukların bedeni ailelere aitmiş gibi görülüyor. Çok benzer işler aslında.
*Sen de sözünü ettin daha çok kapalı kurumlar şiddet üretir. Yurtlar, aile, okul ya da kilise. Peki neden?
Çok meşhur bir araştırma vardır; kapalı kurumlarda bir yerden sonra insanlar birbirine şiddet uygulamaya başlar. Kapalı kurum doğası gereği şiddet üretiyor. Diyelim ki aile; aile çocuğun kendini gerçekleştirmesine olanak sağlayacak, aslında çocukla ilgili sorumluluk sahibi olan kişilerden oluşan bir yapı. Ama öyle olmuyor çocuk aileye ait olduğu için üzerinde her türlü kararı alabiliyor. Bedeni ile ilgili de alabiliyor, geleceği ile ilgili de alabiliyor. Kurumlar da öyle hani yurtları düşünürsek aslında çocuklara barınma hizmeti veren ortamlar bunlar ve o ortamlar çocuğun tüm gelişimini desteklemesi gereken yerler ama öyle görülmüyor. Çocuk nesneleştiği, araçsallaştırıldığı için de çocuk için güvenli alanlar olmuyor. Halbuki buralar çocuk merkezli düzenlenmesi gereken yerler, çocukların kendini güvende hissedebileceği, gerçekleştirebileceği, sağlıklı, barış içerisinde yaşayabilecekleri alanlar olması gerekiyor. Ama öyle olmuyor.
*Peki öyle olmamasının nedeni denetim eksikliği mi?
Tabi ki, denetimle bence çok ilişkili, dediğimiz gibi buraları kapalı kurum olarak düşünürsen denetimle ancak bir açıklık, şeffaflık, bir ferahlık sağlanabilir. Dolayısıyla denetleme çok önemli ve tabi ki buralar hiç denetlenmiyor. Aslında Türkiye’nin de taraf olduğu sözleşmeler var, yurtlar da buna dahil, çocuk hapishaneleri de bakım merkezleri de, ruh sağlığı merkezleri de. Buralar hep kapalı kurum olarak tanımlanıyor. Bunlarla ilgili işkenceyi önleme kapsamında Türkiye’nin taraf olduğu seçmeli protokol var. Buraların denetlenmeye açık olması gerekiyor. Bu, kapalı kurum olarak tanımladığımız aileler için de böyle. Ailelerin içine kimse giremiyor. Orası kutsal zaten, mahrem.
*Kadına yönelik şiddette de bu böyle, ‘Kol kırılır, yen içinde kalır’ mantığı…
Tabi, aynı örüntü zaten. Yani kadına yönelik şiddetin işleme örüntüsüyle çocuğa yönelik şiddetin işleme örüntüleri çok çok benzer. Aynı mekanizmalar çalışıyor bence.
*Konuştuklarımızdan yola çıkarak mevcut sistemde ne ailede ne de yurtlarda, okullarda çocuklar güvende. Peki çocuk hakları ve çocuğun güvenceye alınması konusunda sorumluluk sadece aileye veya okullara mı bırakılmalı? Bu konuda nasıl bir mekanizma gerekli?
Çocuklar kapalı kurumlarda güvende değil ama güvende olabilirler, bunların yolları var. Her bir evde de çocuklar güvende hissedebilir kendisini bir yurtta da.
Bir kere şu mantıktan bizim sıyrılmamız gerekiyor; ailenin, ebeveynlerin veya çocukların etrafındaki yetişkinlerin çocukların üzerinde hakları yok. Bunu ısrarla vurgulamamız gerekiyor; sorumlulukları var. Tabi ki çocukla kurdukları ilişki sevgi vs. karşılıklı ama bunun ötesinde sorumlulukları var. Yetişkinlerin bir kere bunu kabullenmesi gerekiyor. İkincisi evet buraların her türlü şiddetin, cinsel, fiziksel, psikolojik şiddetin gerçekleşebileceği yerler olduğunu kabul etmek gerekiyor. Özellikle aile için söylüyorum. Bunu kabullenmek ve buna ilişkin de önlemler almak gerekiyor. Çocuklar sadece ailelerin içinde bulunan bireyler değil, çocuklar toplumsal da bireyler. Çocukları bir bütün halinde birey olarak görmek gerekiyor.
*Çocuğun nasıl tanımladığınla başlamak gerek o zaman…
Kesinlikle, hem de hani o ilk başta sözünü ettiğim algı meselesini de değiştirmek gerekiyor. O Algı değişmedikçe şiddet o kadar olağan ki. O yüzden medyada çocuğun temsilini çok önemseriz biz, nasıl görünüyor. O güçsüz sürekli başına kötü şeyler gelen, sesi çıkmayan hunharca öldürülen çocuk temsili aslında şiddeti daha da ortaya çıkartıyor. Çocukların bir potansiyeli var, tıpkı yetişkinler gibi kendini savunabilirler de. Hayatta olan biten her şeyle ilgili fikirleri var. Düşünsenize şuanda iklim adaleti mücadelesi çocuklar öncülüğünde yürüyor. Kimsenin bu kadar çok gündeminde değildi, dünyanın birçok yerinden çocuklar okul grevleri yaptılar hepimizin gündemine soktular. Çocukların bu potansiyelinin görünür kılınması gerekiyor.
Bunun ötesinde başvuru mekanizmaları gerekiyor. Yani bir çocuk şiddete maruz kaldığında nereye başvuracak, bir kadın şiddete maruz kaldığında nereye başvuracak. Bu mekanizmaların çok sağlam, çok görünür olması gerekiyor ve herkes tarafından erişilebilir olması gerekiyor. Bir de bu da çok önemli kapalı kurum meselesi üzerinden, özellikle aileler üzerinden düşündüğümüzde hepimizin aslında bir şiddete tanıklık durumunda bildirim yükümlülüğümüz var. Yan evde şiddet meselesi olduğunda bildirim yükümlülüğümüz olduğunu hatırlamamız gerekiyor. Bunu yapmadığımız zaman aslında biz de suç işliyoruz.
Orada tabi işte aile içinde olan aile içinde kalır, bulaşmayalım bizim de başımız belaya girer, mesela biz okullarda çocuğa yönelik şiddetle ilgili bir çalışma yapmıştık orada öğretmenler başlarının daha da belaya gireceğini düşünerek sessiz kalıyorlardı. Ama bir yandan haklılar, hakikaten başlarının daha fazla belaya girme olasılığı var. O yüzden de özellikle çocukların iletişimde olduğu kamu görevlilerinin bu tür şiddeti bildirme yükümlülüğünde korunmaları da gerekiyor.
*Sessiz kalmak aynı zamanda şiddeti yeniden yeniden üreten bir ilişki biçimi de değil mi?
Gerçekten öyle, yani bir ailedeki şiddete bir öğretmen müdahil olamıyor, korkuyor. Mesela bir okulda yönetici bize şey söylemişti; okulumda böyle bir olayı görünür kılmak istemiyorum çünkü bu benim üstüme kalacak. Hani bu tür olaylarla şiddetle mücadele eden kişileri koruyacak bir mekanizmalar da gerekli. Böyle bir zincir aslında bu.
*Peki çocuğun yaşadıkları ile ilgili bir farkındalığının oluşması, işte biraz önce sözünü ettik ensesti bir çocuk için tanımlamak bile zor olabilir. Bu farkındalığın çocukta oluşması için eğitim müfredatında mı bir değişikliğe ihtiyaç var ve sadece bu kadarı yeterli olur mu?
Eğitim müfredatı da bunun bir parçası tabi ki ama çocukları güçlendirecek olan sadece eğitim müfredatı da değil. Hani her çocuğun erişme imkanının olması açısından eğitim müfredatı çok kıymetli. Ama onun dışında sivil toplum örgütlerinden tutun, medyayı düşünün çocuklara ulaşabilecek pek çok araç var. Her bir aracın kullanılması gerekiyor. Fakat burada dikkat edilmesi gereken şey şu; çocuğa bir şiddet durumunda ne yapması gerektiğini değil çocuğun da hak ve özgürlük sahibi bir birey olduğunu ve bu tür durumlarda mekanizmaları -önce o mekanizmaları kurmak gerekiyor tabi- nasıl kullanabileceğini göstermek gerekiyor. Çünkü bir de şöyle bir şey yapma şansımız yok, hem çocuğu şiddete açık ediyoruz bir de şiddetle baş başa kaldığında kendisini korumasını bekliyoruz. Bu da bir haksızlık. Şiddetten korunma sorumluluğu çocuklarda olamaz. Ama bizim onların ne kadar güçlü olduğunu, bir potansiyelleri olduğunu da anlamamız lazım. Çocukların da bunu anlaması lazım. Ama sen güçlüsünle olmuyor tabi, sen güçlüsün çünkü şöyle bir mekanizma var, güçlüsün bak şuraya erişebilirsin bu algıyı çocuklara iletmek gerekiyor. Yoksa şiddete maruz kaldığında bağır, sesini çıkar. E sesini çıkartamazsa çocuk ne olacak. Bunlar aslında çocukları aksine daha da incitebilecek şeyler. Çocuğu şiddete karşı güçlendirme de çok ince bir şekilde yapılmalı.
Ezgi Koman kimdir?
Hacettepe Üniversitesi Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bölümü’nden mezun oldu. Çatı Çocuk Kütüphanesi ve Sanat Atölyesi kurucusudur. 2000-2006 arasında BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin yaşama geçirilmesini hedefleyen aylık anne baba ve eğitimci dergisi Çoluk Çocuk’un yazı işleri müdürlüğünü; Kasım 2006- Temmuz 2012 tarihleri arasında, İnsan Hakları Ortak Platformu’nda diyalog ve savunuculuk koordinatörlüğünü yaptı. Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile kapatılan Gündem Çocuk Derneği’nin Çocuk Hakları Merkezi’nin koordinatörü.