Daha önce okuduğumuz bazı kitaplar bir süre sonra kendini yeniden duyumsatır ve yeniden okutur kendini. Bunda kitabın derinliği, dimağımızda bıraktığı tat kadar, içinde bulunduğunuz bireysel ve toplumsal iklim, zamanın ruh hali de etkili olsa gerek.
“Körlük” adlı kitap da böyle duyumsattı ve dayattı kendini. Nobel Edebiyat Ödüllü Portekizli yazar Jose Saramago’nun ‘Körlük’ adlı kitabı bir yandan kafalarımızdaki körlüğü metaforlarla acımasızca yüzümüze çarparken diğer yandan sistem eleştirisiyle birlikte gerçek anlamda görmeye başlamak için ödememiz gereken bedel ve bilinci nasıl terbiye etmemiz gerektiğini de çarpıcı bir biçimde anlatıyor.
Yazar kişinin algı ve anlayışının körleşmelerini gören körler biçiminde betimliyor: Körlük kavramını bir metafor olarak ele alır. Biraz karışık oldu farkındayım ama kitap da karışık. Karışık ama okuyana vermek istediği çok net. Verilmek istenen mesaj günümüzde iktidarların bir toplumu körleştirerek duyarsızlığı ve bencilliği bir salgın gibi yaymasıyla ilgilidir.
‘Körlük’ insana ürküntü veren bir roman, beklenmeyen bir felaket içinde yaşayan bir toplumun nasıl çöktüğü, nasıl bencilleştiğini ve değer yargılarının nasıl tuz-buz edildiğini anlatıyor. Körlükten söz ederken bizi aydınlatıyor, bakar-görmez gözlerimizi açıyor.
Adı bilinmeyen bir ülkenin adı bilinmeyen bir kentinde, arabasının direksiyonunda trafik ışığının yeşile dönmesini bekleyen bir adam ansızın kör olur. Ancak karanlıklara değil, bembeyaz bir boşluğa gömülür. Arkasından, körlük salgını bütün kente, hatta bütün ülkeye yayılır. Ne yönetim kalır ülkede, ne de düzen; bütün körler karantinaya alınır, bir hastanede. Hayal bile edilemeyecek bir kaos, pislik, açlık ve zorbalık hüküm sürmektedir artık. Yaşam durmuştur, insanların tek çabası, ne pahasına olursa olsun hayatta kalmaktır. Roman, kentteki akıl hastanesinde karantinaya alınan, oradan kurtulunca da birbirinden ayrılmayan, biri çocuk yedi kişiye odaklanır. Aralarında, bütün kentte gözleri gören tek kişi olan ve gruptakilere rehberlik eden bir kadın da vardır. Bu yedi kişi, cehenneme dönen bu kentte, hayatta kalabilmek için inanılmaz bir mücadele verir. Saramago’nun müthiş bir gözlem gücüyle betimlediği bu kaotik dünya, insanın karanlık yüzünün simgesi.
(“-Neden kör olduk?
-Bilmiyorum, bunun nedeni bir gün keşfedilir. Ne düşündüğümü söylememi ister misin?
-Söyle.
-Sonradan kör olmadığımızı düşünmüyorum, biz zaten kördük!
-Gören körler mi?
-Evet. Gördüğü halde görmeyen körler.”)
***
“Kimse görmek istemeyen kadar kör olamaz” diyen İbni Sina da bu durumu istemimize bağlar. Burada sözkonusu yapılan duyu işlevsizliği değil tabii. Kafalardaki körlüklerden söz ediyoruz. Yoksa gerçekte görme engelli olup kafasının içi aydınlık, kalbiyle gören âmâ’ları biliriz.
Böyle düşününce hep hayatının bir bölümünü görme yetisini kaybederek geçiren Arjantinli yazar Jorge Luis Borges gelir aklıma. Borges doğuştan kör biri değildir. Sonraları yitirmiş görme yetisini.
Kalıtımsal bir hastalıktan dolayı zaten görme bozukluğu olan Borges, sonrasında zaman geçtikçe görme yetisini tümüyle kaybeder. “Gecenin ağır ağır inişi yarım yüzyıldan fazla sürdü” diye belirtir bu süreci.
Arjantin’de diktatör Peron yönetiminin alaşağı edilmesinden sonra çok arzu ettiği büyük bir kütüphanenin müdürlüğüne atanır.
“Ben cenneti her zaman bir bahçe olarak değil, bir kütüphane olarak düşünmüşümdür” diyen Borges sayısız kitabı barındıran bir kütüphanenin başındadır ama ne yazık ki o kitapları okuyamayacak durumdadır. Çünkü artık görme yetisini yitirmiştir.
Bu durumunu bir şiirinde: “Kimse yakınıp yerindiğimi sanmasın /bu lütfundan yüce Tanrı’nın, / bana ilahi bir şaka yaptı / kitabı ve körlüğü aynı anda bağışladı” dizeleriyle dile getirecektir.
Hadi bu iki yazardan biz de bir mesaj çıkaralım. Borges gibi bize de “körlük” “bahşledilmeden” okuyalım. İmkanlarımızı değerlendirelim. Ve de Saramago’nun roman kahramanları gibi “Körlük” illetine tutulmayalım.