Aşağıdan depremin darbeleriyle yukarıdan devletin şiddeti arasında kapana kısılan halk, bir araya gelebildiği her yeri bir politik mekâna dönüştürerek, kolektif çıkış yoluna yönelmek üzere aklını topluyor ve iradesini birleştiriyordu. Halk, stadyumlardan yükselen “istifa” çağrılarıyla, diktatörlüğün toplumu politika dışına sürme manevralarının önünü keserek, bir kez daha demokratik siyasetin üzerinde yürüyeceği zemini kendisi kurdu.
Erdoğan ve “Beşli Çete” dolaysız müsebbibi oldukları maddi yıkım, insani trajedi ve manevi sarsıntıyı diktatörlüğün ve inşaat çevriminin ömrünü uzatma imkanına dönüştürme çabasındalar. İktidarlarını, o iktidarın enkazından kurtulmak için çırpınan çoğunluğa yaşattıkları kabustan çıkışın güvencesi (!) olarak satmaya hazırlanıyorlar. Diktatörlüğün, “şimdi siyaset zamanı değil milli birlik beraberlik zamanı” söylemine sarılması “bir yıl daha” diye sayıklaması bundandı. Muhalefet bu zorlamaya “yasalar”la karşılık verebileceğini sanıyordu. Oysa bu koşullar altında demokratik siyasetin güvencesi hukuk değil, politika olabilirdi.
Kitleler politikanın hakkını vermekte bir kez daha siyaset sınıfının önüne geçti. Grekçe’den gelen politika sözcüğünün kökeninde “kentin [toplumun] işleri”yle uğraşmak yatıyordu. Halk, faşizmin politika mezarlığına dönüştürdüğü stadyumlarda politikaya hayat verdi. Futbol maçlarından yükselen “istifa” haykırışı apolitisizm dayatmasına cepheden meydan okuyuşun parolası oldu, “altılı masa”ya sirayet eden “milli mutabakat” heveslerini kursaklarda bıraktı.
Erdoğan’ın “bir yıl, bir yıl” diye sayıkladıktan, “bak vermezseniz kaos olur” diye Arınç’la zemin yokladıktan sonra dün TBMM’de AKP grup toplantısında 14 Mayıs’ta seçimlere gidileceğini açıklaması, bu halk siyasetinin dolaysız bir sonucu. Seçim erteleme zorlamasının maliyetinin yol yakınken seçime gitmekten daha yüksek olduğunun görüldüğünün işareti.
Erdoğan seçime kendisi için en elverişsiz koşullarda girmek zorunda bırakıldı. Deprem, yalnızca yerin altını üstüne getirmekle kalmadı, iktidarın suç, ayıp, günah defterinin de ortalığa saçılmasını sağladı. İnkâr edilemez, hırsızlıklar, yolsuzluklar, fırsatçılıklar ifşa edildi. Arama-kurtarma ve yardım için kurulmuş bakanlık güç ve imkanlarına sahip Kızılay ve AFAD’ın ne yaşayanlara ne ölülere faydası olduğunu herkes gördü. Kızılay’ın halktan karşılıksız topladığı yardımlarla bir “hayrat” holdingine dönüştüğü, hayır işlerini taşeronlaştırarak, bağışları satışa çıkardığı çırılçıplak ortaya çıktı. Rejimin yalnızca siyasal değil ahlakî çürümüşlüğü de hiç olmadığı kadar ifşa oldu.
Doğrusu, toz duman yatıştıkça ilk iki gün gerçekte bütün deprem bölgesinin “fişinin çekilmiş” olduğu çok daha açıkça görülüyor. “İhmal, beceriksizlik, yetersizlik, organizasyonsuzluk” olarak eleştirilen hiçbir şeyin aslında öyle olmadığı, depremin genel manzarasının ilk sarsıntı üzerinden bir saat bile geçmeden neredeyse bütünüyle iktidarın elinde bulunduğu ve Erdoğan’ın bu tablonun önüne koyduğu iki seçenekten halk için en kötü olanı seçtiği artık biliniyor.
Seçenekler şunlardı: Eldeki bütün imkân ve kuvveti arama-kurtarmaya yöneltmek ve 10 kentte sağ kalanları kurtarmaya girişmek ya da, 48 -hatta 72- saat oyalandıktan sonra, altta kalanları enkaza gömüp ölülerin yasını tutmak ve önüne bakmak.
Birincinin bedeli, merkezi kontrolün elden çıkması, kurtarma gücünün silahlı kuvvetler ve uluslararası kuruluşlarla paylaşılması, yerel yönetimlerin ve gönüllülerin önünün açılması, kurtarma çabalarının çoğullaşması ve özerk halk inisiyatiflerin vücut bulması, iktidarın zayıflaması, halkın söz sahibi olmasıydı. Ancak bunca çaba ve çırpınmadan sonra da yıkımın ve can kayıplarının faturası hala diktatörlüğe ve onun imar aflarına çıkarılmaya devam edecekti. Bu, Erdoğan için bir kez daha “çözüm süreci” gibi bir şeye kalkışmak demekti.
Şimdi ikinci yolun içinde yaşıyoruz. İktidar, bu seçimin yol açtığı infialle başa çıkabilmeyi umuyor. Eğer, bilginin kontrolünü elde tutabilir, infiali ve isyanı bölebilir ve evleri başlarına yıkılmış milyonlara tutunacakları bir umudu, inşa halindeki bir evin tamamlanması hayalini satabilirse deprem bölgesinde yıkılan gücünün bir bölümünü belki kurtarabileceğini umuyor.
Erdoğan, propaganda, gösteriş ve dezenformasyonla deprem bölgesinde ve dışındaki infiali bölebileceğine güveniyor. Hatay’ı, arkasına bile bakmadan gömerken, Adıyaman’dan el pençe divan helallik istemesi bundan. Aleviler ve Sünniler, Türkler, Kürtler ve Araplar’ın karışık bir tarihsel arka planda bir arada yaşadıkları deprem bölgesinin bu geçiş kentlerinde deprem mağdurlarını din ve mezhep ekseninde birbirine karşı oynamak mümkün. Erdoğan’ın tarzı siyasetini hala öğrenmeyen varsa öğrenmeli: “Bir şey mümkünse, gerçekleştirilir. Ayıp, yasak, günah safdiller içindir.”
Seçimin önü açıldığına göre, demokratik muhalefet kaybetmeye hakkı olmadığı bir mücadelenin eşiğine gelmiş demektir.
Mevcut güç denklemi çerçevesinde, deprem sonrası koşullarda Cumhurbaşkanlığı seçimini birinci turda bitirmek için elverişli çerçeveyi kurmanın sorumluluğu diktatörlük karşıtlarının tamamının omuzunda.
Diktatörlük cephesi bir ayağı çukurda Erdoğan’ın etrafında birleşiyor.
Demokrasi cephesinin ise yalnızca anketlere bakarak ve “masa” başında değil, iktidar karşısında konumlanan toplumsal ve kültürel dinamiklerin en büyük çoğunluğunu kucaklama ve rızasını kazanma kapasitesini tartarak, çok aza düşmüş olan adayları, çok kısa bir zamanda bir toplumsal meşveret sürecinden geçirerek teke düşürmesi için dün erken olabilirdi. Yarın geçtir.
Mümkün olanı gerçekleştirmemenin vebalinin ne olabileceğini hayal edemeyenler, dönüp 6 Şubat, 04:17’yi izleyen bir dakikaya bakabilirler. Anlatılan bütün ülkenin hikâyesidir.