Devrimci olmak sadece toplumsal ekonomik, siyasi bir modeli savunmak değildir. Kitabi kuram ve kuralları teorinin griliğinin ötesine geçmeden tekrar etmek, dünyayı tanımlamakla yetinen teorisyenlerin uğraşısıdır. Dünyayı tanımlamanın ötesinde onu değiştirmek gerektiği fikri ise insanın omuzlarına dünyanın yükünü bindirir. Nerede olursa olsun, siyasi koşullar ne kadar zorlu olursa olsun, evrensel doğruları bir meşale gibi taşımak devrimci olmanın gereğidir. “Anamız amele sınıfı, yurdumuz bütün cihandır bizim” diyerek enternasyonalist bir duruş sergilemek, birbirinin ikizi olan sistem sağı ve solunun ortak düşmanı haline gelmektir. Sistemin paradigmasını reddettiğiniz anda İbrahim Kaypakkaya örneğinde olduğu gibi en tehlikeliler listesine adınız yazılır.
ABD ve AB emperyalizmini arkasına alan İsrail, yetmiş yıldır kesintisiz biçimde Filistinlilere soykırım uyguluyor. Onların hayatlarını, topraklarını, özgürlüklerini, onurlarını çalıyor. Biden’ın 1986 yılındaki söylemiyle “ABD’nin Ortadoğu’daki 7 trilyon dolarlık en büyük yatırımı olan İsrail” her türlü insanlık suçunu kendine hak görüyor. Zaten, İsrail haklı olmayı değil, güçlü olmayı önemsiyor. Kendi topraklarını savunan Filistinlileri terörist, “itlaf edilmesi gereken haşere” görürken İsrailli sağ siyasetçiler “kadında olsa, çocukta olsa gereği yapılır” benzeri bize yabancı olmayan mesajlar vermeyi seviyorlar. Filistin halkının işgale karşı özgürlük direnişini terörizm olarak adlandırdıktan sonra Filistinlileri öldürmek uluslararası bir meşruiyet kazanıyor. Filistinlilerin kitlesel katledilmesine gözlerini kapayanlar, Hamas’ın sivillere yönelik saldırılarını temel bahane haline getiriyor. Kurt, kuzuyu yemeye karar verdikten sonra bahane bulmak çok zor olmuyor.
Türkiye’de sosyalistlerin tamamı İsrail siyonizmine geleneksel olarak karşıdır. Sol örgütlerin çoğu geçmişte Filistin kamplarında İsrail’e karşı savaşa geçmişte dâhil oldular. Bugün Filistin mücadelesine şaibeli ilişkileri ve İsrail devletine karşı olmaktan öte antisemitik yapıya sahip olan Hamas’ın öncülük ediyor olması “Filistinlilerin özgürlüğü” talebine halel getirmiyor. Fakat Filistin meselesine bakıştaki bu nesnellik, Kürt sorununa sıra gelince sübjektif mazeretler “amalar, fakatlar”la akamete uğruyor. Sol geleneklerin pek de azımsanmayacak bir bölüğü “yurtta ulusalcılık-sekülerlik, dünyada enternasyonalizm” tutarsızlığı içinde ömür tüketiyor. Saray Rejimi’nden nefret edenler, Saray’ın burjuvazinin çıkarları ekseninde çizdiği “yerli ve milli sol” olma sınırlarını kabul ederek “cennetten kovulmamayı” bir süreliğine garanti altına alıyor.
İsrail Komünist Partisi ve Demokratik Görüş ve Eşitlik Partisi, İsrail devletinin Filistinlilere saldırısına yönelik “Tıpkı bugün yerleşimci çetelerin bayrak yürüyüşünü gerçekleştirmekte başarısız olması gibi. İşgalcilerin suçları, Filistin halkının cesaretini kıramayacaktır” açıklamasında bulundular. Yani I. Dünya Savaşı’nda II. Enternasyonal üyesi sosyalist partilerin kendi devletlerinin saflarında savaşa dâhil olma ihanetine ortak olmadılar. Cesaretle “bu suça ortak olmayacağız” dediler ve suçun karşısında mücadeleyi işaret ettiler. Doğruyu söylemenin ebette “vatan haini, terörist” vb. şekilde suçlanmak gibi bir bedeli var. Gerçeği her durumda haykırmak sosyalist olmanın ötesinde vicdani bir sorumluluktur. Ezen ulus solculuğu yaparak ezilen ulus mensuplarına “dünya sosyalist olunca hepimiz eşit olacağız” nasihati verenler teorinin griliğiyle hayatın yeşilinin üzerini kapamak isteyen ulusağcılar olmaktan başka bir şey değiller.
Hakikati savunmak, üstümüzdeki “alçak basıncın” etkisinde kalmadan konuşmak, kendimize hak gördüğümüz her şeyi dünyanın her yanındaki insanlara hak görmek, sınırsız-sınıfsız dünya hedefine düşüncelerimizi sarmalayan dikenli telleri keserek ulaşabileceğimizi bilmek… Kürdü, Türkü, Arabı, İbraniyi ve bütün halkları birbirine düşmanlıktan, kan deryasından kurtaracak şey enternasyonalist fikir ve eylem olduğunu bilerek mücadeleye katılmak… Gerisi laf-ı güzaf.