Egemenlik sistemi,
ideolojik köleliği, ‘gönüllü’
kulluğu nasıl, kimler
sayesinde dayatabiliyor?
Burnundan kıl aldırmayan filozoflar, ilimi kendinden malûl ulema, modernliğin timsali akademi üyeleri, uzmanlar, ‘kanaat önderleri’, medyanın ‘vazgeçilmez’ köşe yazarları, vb…
“Size bu şekilde hükmedenin de sadece iki gözü, sadece iki eli ve sadece tek bir vücudu var. Onu kentlerimizin sayısız, sıradan insanlarından farklı yapan şey, sizin ona kendinizi böyle ezme kolaylığı sağlamanızdır. Eğer siz vermediyseniz onca gözü nereden aldı? Eğer siz vermediyseniz size vuran onca ele nasıl sahip oldu? [….]*
“Valla Ak Parti’ye o kadar güveniyoruz ki, sayın bakanım, cumhurbaşkanımız çıksa, şuradan Ay’a kadar 4 şeritli yol yapacağım dese, Vallahi inanırız…”**
Bu dünyada bunca sömürü, bunca zulüm, bunca eşitsizlik, bunca haksızlık, bunca yoksulluk ve sefalet, bunca aşağılanma nasıl mümkün oluyor? Ya da bütün bu kötülüklerin, yabancılaşmaların kökeninde ne var? Neden bu güzel gezegende insanların çoğunluğuna nefes alma şansı bile tanınmıyor, itilip-kakılıyorlar, aşağılanıyorlar? Ve neden dünya artık giderek yaşanmaz bir yer haline geliyor? İnsanlar neden sayısız yabancılaşmalarla malûl? Neden her türden insanî- sosyal kötülüklere bir de doğa tahribatı (ekolojik yıkım) eşlik ediyor? Neden insanlar birbirlerini yemekle meşgul? Neden sömürü, yağma ve talan, çatışmalar, savaşlar, yıkımlar istisna değil de kural?
Tüm bu tür soruların cevabı doğrudan ideolojik kölelikle, gönüllü kullukla ilgili… O halde ikinci bir soruyla devam edebiliriz: İdeolojik kölelik, gönüllü kulluk nasıl mümkün oluyor? İnsanların kafasının içi neden tam birer bilgi/düşünce çöplüğüne benziyor? Kafalar nasıl olup da bu dünyanın gerçekliğiyle ilgisi olmayan sefil safsatalar yığınıyla dolu? Başka türlü söylersek, toplumsal eşitsizliği, baskıyı, sömürüyü ve zulmü ‘meşrulaştırmak’, kabullendirmek, dayatmak nasıl mümkün oluyor?
Esasen iki türlü düşünce ve iki türlü bilgi var: Birincisi, materyalist, objektif, radikal düşünce; ikincisi de idealist, sübjektif, patolojik düşünce… Bunlardan birincisi sizi gerçeğin kaynağına götürür, zira gerçeğin bilgisidir; ikincisiyse, sizi yalana, safsataya, yalanın bilgisine götürür. Ve bu ikisi arasında bir üçüncü düşünce tarzı mümkün değildir… Radikal düşünce şeylere nüfuz etmenizi sağlar; patolojik düşünceyse, şeyleri anlamamanın, gerçeğin üstünü örtmenin, mistifikasyon yaratmanın, yalanın, “yanlış bilinç” üretmenin hizmetindedir… Buradan şu sonuç çıkar: Her düşünce, her bilgi muteber değildir… Önemli olan ‘bilgili olmak’ değil, neyin bilgisine sahip olunduğudur. Gerçeğin bilgisi mi, yalanın, safsatanın bilgisi mi? Zira gerçeğin bilgisine ulaşmak radikal düşünceyi, radikal eleştiriyi varsayar…
Gerçekle yalan arasında bir üçüncü yol yoktur. Egemenlik sistemi, sömürü düzeni, kendini idealist, sübjektif, patolojik düşünce temelinde var ediyor ve sürekli kılıyor. Eğer öyleyse, asıl soruya geliyoruz: Egemenlik sistemi, sömürü, baskı ve zulüm düzeni, ideolojik köleliği, ‘gönüllü’ kulluğu nasıl, kimler sayesinde dayatabiliyor? Burnundan kıl aldırmayan, yanlarına yaklaşılmayan filozoflar, ilimi kendinden malûl ulema, modernliğin timsali, isminin önünde çok sayıda ünvan bulunan akademi üyeleri, uzmanlar, “kanaat önderleri” denilenler, medyanın “vazgeçilmez” köşe yazarları, vb… Siz egemenlik sisteminin filozofları, ulemayı, uzmanı, kurulu düzenin ‘aydınlarını’ niye yücelttiğini sanıyorsunuz… Yalanın bilgisini üretip, egemenliğin hizmetine sundukları için… İdeolojik köleliğin yolunu araladıkları için… Eğer bir filozof (düşünce adamı-kadını, ki, kadınlar yalan cephesinde küçük bir azınlıktır), bir üniversite üyesi, bir gazeteci, bir uzman, vb. radikal olarak ve ikircikli olmayan tarzda gerçeğin safında konumlansa, sömürü düzeninin karşısına dikilseydi, egemenlik sistemi tarafından ödüllendirilir, muteber sayılır mıydı? Aslında bütün bu zevat, yalanın safında, gerçeğin karşısında konumlandıkları, sömürü, baskı ve zulüm düzenini, eşitsiz ilişkiler bütününü meşrulaştırdıkları için “muteber” sayılırlar ve egemenlik sistemi tarafından ödüllendirilirler… Heykelleri, anıtları dikilir, türbeleri yapılır… Tabii gerçek böyledir ama retorik farklıdır… Sömürü düzeni uzmanı neden baş tacı eder? Zira uzman gerçeğin küçük bir parçasına odaklanır, küçük bir şeye dair bilgi sahibidir… Ağacı görür de ormanı görmez… Oysa, gerçek hakikat bütündedir… Uzmanlık bütünü anlamamanın mazereti haline geliyor ve tabii gerçeği gizlemeyi de mümkün kılar? Bu yüzden sömürü düzeni “konunun uzmanlarını” yere-göğe koymaz…
Açıkça gerçeğin safında, yalanın, sömürünün, baskı ve zulmün, hakikatin karşısında yer alan düşünce insanlarının, entellektüellerin, sanatçıların, yazarların, şairlerin, gazetecilerin… başına nasıl çorap örüldüğü, ilgili herkesin malumu değil midir?
Gönüllü kulluğa gelince, aslında gönüllü kulluk daha ailede başlıyor, insanlar otoriteye, itaate önce ailede alıştırılıyor, tabii okulda, camide, kilisede, havrada, tapınaklarda, askerlikle, vb. yeniden ve yeniden üretiliyor… Sömürü düzeni ideolojik kölelik ve gönüllü kulluk sayesinde varlığını sürdürmeyi başarıyor…
Eğer öyleyse, bizi kurtaracak olan yegane şey, radikal düşünce, radikal eleştiri ve ezilen-sömürülen sınıfların öz-hareketidir… Dolayısıyla neden söz ettiğini bilmek önemlidir…
*Etienne de la Boétie ( 1530-1563), Discours sur la servitude volantaire [1549].
**Bir AKP hayranından Enerji Bakanı Berat Albayrak’a