Geçen yazıda AKP-MHP iktidarının ülkeye “Sonsuza Kadar Savaş’tan” başka bir şey vaat etmediğinden söz etmeye çalışmıştım. Bu 15 günlük süre içinde aynı kanlı filmi yeniden izler gibi olduk ne yazık ki. Ekranlarda harita önünde, ellerine birer sopa verilen ve dillerinden barışa dair tek sözcük düşmeyen “yorumcular,” başka halkların topraklarına dair “stratejiler, taktikler” estirip savurdular…
Aslında sadece son günlerde de değil 40 yıldır aynı sahneler bizlere izletildiği için yazdıklarımız hep güncelliğini koruyor ne yazık ki! O nedenle bu hafta, 17 ay önce Gazete Karınca’da yayınlanan Zaho’da 2 si çocuk 9 sivilin top ateşiyle katledildiği, 33 insanın yaralandığı olay üzerine kaleme aldığım yazıdan bölümler paylaşıyorum. Çünkü bu tanıklıklarımın Yeni Yaşam okurlarına ulaşması bence çok kıymetli…
Ne olmuştu?
20 Temmuz 2022 tarihinde Irak Federe Kürdistan Bölgesi’nde, yazın kavurucu sıcağından biraz uzaklaşmak için çocuklarıyla birlikte Zaho’daki serin su başında piknik yapan Iraklı sivillerin üzerine 5 top mermisi isabet etmişti. Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, “TSK’dan aldığımız bilgiye göre sivillere yönelik herhangi bir saldırımız olmamıştır” derken; Irak Başbakanı Mustafa el-Kazımi, bütün delillerin Türkiye’yi işaret ettiğini, bölgede PKK’ye ait böyle bir gücün bulunmadığını açıklamış, karşılık verme hakkını saklı tuttuklarını söyleyerek Türkiye’nin Irak topraklarını terk etmesini istemişti. Irak hükümeti ulusal yas ilan ederek konuyu BM Güvenlik Konseyi’ne taşımıştı. HDP de sivillere yönelik bu katliamı “İkinci Roboski” olarak adlandırmıştı.
‘Şahit anlatmakla yükümlü’
Belaruslu gazeteci yazar Svetlana Aleksiyeviç’in Nobel Edebiyat Ödülü konuşması “Kaybedilmiş Bir Savaş Üzerine”, 5 Harfliler’de yayınlandı. Bu güzel metinde geçen “Şahit anlatmakla yükümlü!” sözü, benim yaşamımda da “susmanın yükü konuşmaktan ağır!” şeklinde yer aldı hep. Hava Kuvvetleri’nde savaş pilotu olduğum yıllara ait bir tanıklığımı aktararak yükümü sizlerle paylaşmak istiyorum.
Sanırım 1986 veya 87 yılında, Diyarbakır’da, Genel Kurmay İstihbarat Daire Başkanı bir Pilot Tuğgeneralin, salonda toplanan yaklaşık 50-60 pilota verdiği brifing belleğimde taptaze duruyor. General, PKK kampları, eğitimleri üzerine bizi bilgilendirmiş ve sonunda sorular sormamızı istemişti. Soru soran tek kişi, 12 Eylül yönetiminin 2 kez gözaltına alıp sorguladıktan sonra ordudan ihraç etmeden “sakıncalı personel” ilan ettiği bir subay olarak bendim:
“Halk kimi destekliyor, Devleti mi, PKK’yi mi?
Sorum kadar yanıt da dürüst ve netti:
“Halk PKK’yi destekliyor.”
Biraz da “sakıncalı” statüsünün verdiği rahatlıkla devam etmiştim. “O zaman biz boşuna kürek çekmiyor muyuz? Diyarbakır sokaklarında halkın konuştuğu dili anlayamıyoruz ama ‘Kürtçe diye bir dil, Kürt diye bir ulus yoktur’ diyoruz. Bu, betona buğday tanelerini saçıp baharda başakların filizlenmesini beklemek kadar boşuna bir çaba değil mi?”
Generalin samimi yanıtları kulaklarımdadır:
“Artık Kürt ve Kürtçe yoktur demiyoruz!”
Ben, hiçbir açıklama duymadığımı ifade edince “Devlet öyle her şeyi açıklamaz, kabul etse de özür dilemez!” diye başlayan sözlerle devam etti general…
Evet o günden bugüne artık Devlet, “Kürtçe yok” demiyor, hatta Kürtçe yayın yapan bir televizyon kanalı bile var ama mahkemelerde hala Kürtçe, “bilinmeyen bir dil!” Ve Kürdün iradesi, özgürlükleri, hatta çoğu zaman yaşam hakkı bile yok sayılmaya devam ediyor. Ve doğal olarak bu zeminde bir tek buğday başağı bile yeşermiyor!
Hrant Dink, bugün 17’nci yılına girdiğimiz katlinden önce verdiği söyleşilerden birinde soydaşlarına, “Türklerin ‘Ermeni Soykırımı Yoktur!’ demelerinde onurlu bir duruş arayın” diyordu. “Yani soykırım öyle kötü bir şeydir ki, benim atalarım bunu yapmış olamaz demek istendiğini düşünün” demişti. Şimdi Zaho’da top mermilerinin parçaladığı çocuk bedenleri ortadayken “Ben yapmadım, o yaptı!” diyen devletin sözünde nasıl bir “onurlu duruş” arayacağız sevgili Hrant? Keşke hayatta olsaydın da bunun yolunu bize söyleseydin…
Başta sözünü ettiğim gazeteci Aleksiyeviç, “Umut devri yerini korku devrine bıraktı. Zaman geriye döndü. İkinci el kullanılmış bir zamanı yaşıyoruz!” diyor.
Evet yaşadıklarımız tekrarlanan “ikinci el zamanlar” gibi ama bizim bu karanlığı yırtacak cesaretimiz ve barış için umudumuz hep olacak. Susmanın yükünü de konuşmaktan ağır saymaya devam edeceğiz…