“Herkesin Bildiği Sır” Şükrü Aslan’ın Dersim Katliamı’yla ilgili İletişim Yayınları’ndan çıkan kitabının adı. Dersim Katliamı’nı en iyi anlatan ifadelerden birisi olduğu da muhakkak. Resmi tarih yazıcılar bilir ama sırdır yazılamaz; yöneten elit bilir ama bekayla ilgilidir açılamaz; yaşayan ve sonraki yıllarda doğan her Dersimli bilir ama içinde saklar, paylaşamaz, sağaltamaz… Sırdır çünkü vardır ama yoktur.
Esasında 23’te kurulan Cumhuriyetin resmi Türklüğün kendisini inşa ederken yok etmek istediği bütün kimlikler için geçerlidir bu tanım. Varlardır ama yoklardır; bilinir ama sırdır. Onlarca yılın mücadeleleri sonucunda bu sır perdeleri yırtılıp atılsa da sistem, yırtılan resmi perdelerinin yerine yeni perdeler dikmekte de ısrarcı. Kürt vardır ama Kürdistan yoktur; Kürdistan vardır ama olmamalıdır; Alevi vardır ama inanç değildir, kültürdür. Ezcümle bil ama bilme, duy ama duyma, gör ama görme! Ki herkesin sırrı olsun. Sırlar, mağdurun üzerine cesaretle gitmesi, onunla yüzleşmesi durumunda açığa çıkar. Mağdurun sır olarak tutulanla her yüzleşmesi, kendisi açısından hem iyileştirici hem de sağaltıcıdır. Yanısıra bu yüzleşme, fail olan sistemi zorlayıcı, egemenlik alanına aldığı kitleler açısından da dönüştürücüdür. Özetle sırrın üzerine gitmek, onunla yüzleşmek hem içe dönük hem de dışa dönük yıkıcıdır ve yeni kuruculuğu da zorunlu kılar.
Kürt halkının onlarca yıldır sürdürdüğü özgürlük mücadelesi de bağrında bu yıkıcılığı ve kuruculuğu iç içe yaşamaktadır. Varoluş kodlarını inkâr ve teklik üzerinde kuran Cumhuriyet de ikinci yüzyıla girerken Kürt varlık ve özgürlük dinamiğinin yıkıcı ve kurucu tazyikiyle karşı karşıyadır. Artık sırlar yoktur, hakikat vardır. Tekçi ideoloji karşısında varlığını koruma ve özgürlüğünü sağlama mücadelesi yürüten Kürt halkı, bu devlet ulusu projesine ve egemenlik inşasına çomak sokmuştur. Kürtlerin bu özgürlük doğuşu, sadece kendisiyle sınırlı kalmadı. Homojen ulus yaratma politikasının hedefinde olan her farklı kimliğin itirazını yükselttiği, kendini var kılma mücadelesini büyüttüğü yeni doğumların da zeminini oluşturdu. Her yeni doğum, oluşa gelen için sancılı, teklikten beslenen sistem için de kriz demektir. Dolayısıyla mevcut sistem, tarihsel olarak çatırdamaktadır ve kriz halindedir. O nedenle günümüzdeki kriz, Türk ulus devletinin sistem krizidir. Sadece AKP-MHP rejiminin tekil krizi değildir. AKP-MHP iktidarının krizi, sistemsel krizin sürekliliğinde özel bir rejim krizi olarak değerlendirilebilir ancak. Cumhur ve Millet adı altındaki bloklaşmalar ise demokratik bir sistem arayışına dair değil kriz içine giren sistemin hangi iktidar blokuyla yeni yüzyılı karşılayacağına dairdir. Esas olarak sistem krizinin tarafları “tek bayrak, tek dil, tek vatan ve tek devlet” korosuyla “jin, jiyan, azadi” sloganı etrafında saf tutan milyonlardır. Cumhuriyetin ikinci yüzyılının içeriğini, bu taraflar arasındaki mücadele belirleyecektir.
Mevcut iktidar, yeni yüzyılda başta Kürtler olmak üzere her türden demokrasi ve özgürlük taleplerini, mücadelelerini tasfiye ederek ömrünü uzatmak istemektedir. İç ve dış güçler nezdinde kredisini özellikle Kürt halkının özgürlük mücadelesini tasfiye ederek arttırmaya çalışmaktadır. Ayakta kalmanın tek yolunun bu olduğunun gayet iyi farkındadır. Öcalan üzerindeki mutlak tecrit ve alıkoyma siyaseti, Rojava ve Güney Kürdistan’a yönelik askeri saldırıların temel amacı da budur. Buradan hareketle AKP-MHP iktidarıyla mücadele, salt bir iktidarı devirme mücadelesi olarak anlaşılmamalıdır. Bu iktidara karşı elde edilecek demokratik-devrimci mücadelenin başarısıyla yüzyıllık devletçi sistemin hedefleri de boşa çıkarılacaktır. Doğal olarak da sistem değişikliğine kapı aralayacak yolun basamak taşları olarak değerlendirilmelidir. Çünkü yüzyıl önce kurulan ulus devletin tarihsel hafızasını-birikimini, stratejik aklını ve taktiksel hamlelerini bu iktidar temsil etmektedir.
İktidarın topyekûn savaş politikasına sistem içi muhalefetin koşulsuz desteğinin de bu devletçi ideoloji ve ittifaktan kaynaklandığını gözden kaçırmamalıyız. Özellikle seçim sürecine girilirken saray rejiminin topyekûn savaş politikasıyla bu dönemi götüreceği artık sır değil. Karşısında mücadele yürüten toplumsal muhalefetin de aynı netlikte varlık-yokluk mücadelesiyle seçim sürecini diyalektik biçimde ele almaktan başka şansı yok. İstiklal katliamını kendi istiklal savaşına dönüştürmek isteyen bu kumpasçı zihniyetten kurtulmanın tek yolu da buradan geçiyor. İstiklal katliamında katledilen çocukların isimlerini Rojava’ya atılan füzelere yazanların oyununu bozmak zorundayız. Unutmayalım ki o füzeler, Rojava’daki çocuk katliamlarının ve Türkiye’de her yıl iş cinayetlerinde katledilen onlarca çocuk işçi gerçeğinin üstünü örtüyor. Neticede dünün katliamlarıyla hesaplaşmak, bugün yapılan katliamları “herkesin bildiği sır” olmaktan çıkarmakla mümkündür.