Hayata hayal karışıyor kaç zamandır. Belki de çağlardır. Biz başladığımızda her şey devam ediyordu. Biz sonları düşünürken birileri başlıyordu yine. Yaşam iki uçlu bir çizgi üzerinde gösteriliyor ve yönler tayin ediliyor. Yaşamın haritasını gösteriyor, sonra sınırlar ihlal ediliyor ve işgal ediliyor zamanlar, bizim zamanlarımız.
Hep böyle mi oluyor, geçenler böyle mi geçiyor, gelenler böyle mi geliyor diye sorular atıyoruz dünyanın yüzüne ve hayatın tam içine. Bir an kendimizi dışında buluyor, sonra yine hapsoluyoruz. Bedel diye bir şey var, her sorunun ve her cevabın. Ve insan yaşayarak ödüyor.
İnsan harikalar ve harika hatalar yarattı. Bıkmadan yaratmaya da devam ediyor. Her şey sırasını kaybetmiş ama yerini bulmaya mecbur edilmiş. Zaten dünya mecburiyetler ve mahcubiyetler dünyası, hayatın sırları hep o anlarda, ince anlamlarda. Bir yerlere yazıldı, sonra birileri okudu, ardından ezberleyenler hayattan silindi.
Sıkıntıların ve çarelerin sınırları var, durmadan ihlal ediliyor ve sınırlar genişliyor. Artık yeni haritalar çizme zamanları, akıp giderken bile yerinde sayan bir sayaç: Kişi başına düşen mutluluk zamanları, kişinin payına düşen mutsuzluk zamanları ve gerçeklerin kendini inkar etme sahası.
Iskalanan yaşamak, sızlayan gülmek ve vazgeçen gitmek. İnsan bazen sadece böyle bir koridordur, içinde yürürken kaybolandır. İnsanın çekmeceleri var ve geniş salonları var ölmek için, ölüme yatmak için. Her şeyin bir sebebi ve sonucu da var ve gelip bizi bulup vuruyor.
Yaraları insanın, taşınan bir şeydir. İzler, sözler, ihmaller ve ihtimaller sürekli kendini gösterir unutma diye ve tembihler; bu yaralarla ölünmez, yaşanılır diye. Sert hüsranlar, sek zehirler ablukasında bir gün bir kelime okunur ve insan yerinde taş kesilir.
İnzivaya geçmiş anılar debreşir ve insanın ömrünü sarsar. Sallantıda olan hayat hiçbir şey beklemiyor, unutmayı biliyor yeniden hatırlamak için. Sıkıntılar, sinirler, sevkler, gitmekler, boşluklar ve insanın içinde kopan şeyler. Dağılan ve sonra parçalanan bir zamanın ve mekanın hapsinde herkes kendi yalnızlığının dibinde.
Buraya kadar her şey seyrine dalıp gitmişken, dalgalar geliyor, taşlar yuvarlanıyor ve yeller esiyor. Dağlar, denizler ve rüzgarlar bir gürültü orkestrasında, dinliyoruz hep beraber. Notalar sürükleniyor, sesler harf düşürüyor ve bir uğultu herkese kendini dinletiyor.
Deliş deşik edilmiş yarınlar, eskimiş dünler, şimdiye saldırıyor ve kendine benzetmek için ayna oluyor, kuyu oluyor ve silüetler birbirini gölgeliyor. Bir kalabalık, bir yumak, bir karartı dolaşıyor aramızda ve seyretmek bir mükafat gibi görünüyor.
İnsan insanın kaderi ve kederidir diye bir rivayet, insan başkasının yurdudur diye bir tayin, insan kendi içinde ve dışında diye bir müjde. Hayata hayal karıştı ve hayaller hayat karşıtı. Telafisi ve tedavisi yoktur yaşamanın.
Artık telef olma zamanı, trajik bir tehdit aurası geleceğe darbe, geçmişe sille atıyor. İnsan dövülmüş bir dünyada yaralı bir yaşamanın esaretinde. Belki bir gün cesaret gelir, cesurlar en önce ölür ve dünya kendi zamanından kopup sayılardan azade bir haritada harikalar diyarını çizer. Bize berbat ölümler, seyirlik yaşamlar kaldı ve hasret hep hatalar yaparak hayata karışıyor.
Haftanın kitap önerisi: David Foster Wallace, Bu Su-Yaşama Uğraşına Dair Bir Yol Haritası / Çeviren: Derin İnce, Siren Yayınları