Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi Can Candan ile kayyum rektöre karşı başlayan protestoları konuştuk
Gülcan Dereli
Boğaziçi Üniversitesi’ne Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından Melih Bulu’nun rektör olarak atanmasının ardından başlayan eylemler bir ayı aşkın süredir devam ediyor. Öğrencilerin ve akademisyenlerin demokratik taleplerine iktidar gözaltı politikası ile yanıt verirken, öğrencileri “terörist” ilan eden açıklamalar yapıyor. Eylemler süresince yüzlerce kişi gözaltına alınırken, 11 öğrenci tutuklandı. Tüm baskılara rağmen taleplerinden geri adım atmayan Boğaziçi öğrencilerinin ve akademisyenlerinin eylemleri ise geniş toplumsal destekle sürüyor. Biz de konuyu Boğaziçi Üniversitesi’nde akademisyen olan Can Candan ile konuştuk. Candan, Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Aynı zamanda LGBTİ+ Öğrenci Kulübü’nün de danışman hocası.
Boğaziçi Üniversitesi’ne Melih Bulu’nun kayyum rektör olarak atanmasının ardından başlayan eylemler bir ayını geride bıraktı. Eylemler nasıl başladı? Somut talepler neler?
2 Ocak sabahı haberini aldığımız bu meşru olmayan atamaya yönelik itirazımızı ilk defa 3 Ocak’ta sosyal medya üzerinden açıkladık ve ‘Kabul Etmiyoruz, Vazgeçmiyoruz!’ dedik. Neden kabul etmiyoruz? 1980’lerin askerî vesayet rejiminden sonra ilk kez üniversitemize kurum dışından bir rektör atandı. Biz bunu 2016’dan bu yana ağırlaşarak sürmekte olan, rektör seçimlerini ortadan kaldıran anti-demokratik uygulamaların bir devamı olarak görüyoruz. Üniversitemizin akademik özerkliğini, bilimsel özgürlüğünü ve demokratik değerlerini açıkça ihlal eden bu uygulamayı kabul etmemiz mümkün değil çünkü üniversitemiz senatosu tarafından da kabul edilen ve bağlı olduğumuz ve de korumakla yükümlü olduğumuz ilkelerimize ters. Nedir bu ilkeler?
- Üniversitelerin herhangi bir kişi ya da kuruluşun etki veya baskısına maruz kalmaması ve siyaset aracı olarak kullanılmaması, bilimsel ve toplumsal gelişim açısından vazgeçilmezdir.
- Üniversitelerde karar alma yetkisinin demokratik yöntemlerle seçilmiş kurullarda ve akademik yöneticilerde olması özerklik için şarttır. Rektör, dekan, enstitü müdürü, yüksekokul müdürü, bölüm başkanı gibi akademik yöneticiler atamayla değil seçimle belirlenmelidir.
- Üniversitelerin, özerk anayasal kurumlar olarak, akademik programlarını ve araştırma politikalarını öğretim elemanlarınca ve/veya üniversite kurullarınca kararlaştırılarak belirlemesi, bilimsel özgürlüğün ve yaratıcılığın şartlarındandır.
Boğaziçi Üniversitesi akademisyenleri olarak üniversitemizin tüm bileşenleri ile birlikte bu ilkelerin takipçisi olduğumuzu 3 Ocak’tan bu yana da ifade ediyoruz. Bunu nasıl yapıyoruz? Bu açıklamadan sonraki ilk iş günü olan 4 Ocak Pazartesi 12:00’de Boğaziçi Üniversitesi Güney Meydan’da cübbelerimizi giyip, arkamızı Rektörlük binasına dönüp yarım saatlik sessiz bir nöbet gerçekleştirdik ve sonrasında yukarıda belirttiğim ilkelerimizi okuduk. Bu nöbete altı haftadır devam ediyoruz. Geçen cuma günü 200’ün üzerinde akademisyen olarak 25. nöbetimizi gerçekleştirdik. Sessiz nöbetlerimize ek olarak cuma günleri de o hafta olan biteni özetlediğimiz ve taleplerimizi dile getirdiğimiz bir açıklamamız oluyor. 26. nöbetimiz sonrasında olduğu gibi, gerekli gördüğümüzde, ek açıklamalar da yapıyoruz. 26. nöbetimizdeki açıklamamızda, yeni fakültelerle ilgili kararın iptalini ve bir kez daha atanmış rektörün istifasını talep ediyoruz; üniversitemizdeki polis ablukasının kalkmasını, tutuklu ve ev hapsindeki öğrencilerin özgür bırakılmasını istiyoruz; ülkemizdeki tüm üniversiteleri kapsayacak bir demokratik reform süreci çağrısını da kamuoyu önünde yineliyoruz dedik.
Bu talebe karşı hükümet kanadından ağır hakaretler geliyor. Neden bu kadar yüksek dozda tepki gösteriyor?
Hükümet kanadından özerk, özgür, demokratik bir üniversite talebimize saldırılması gayet doğal çünkü gerçek bir üniversite hükümetin yaptıklarının onay yeri değil, tam tersi sorgulandığı ve eleştirildiği, toplumu her daim ileriye götüren bir yerdir. Bu hükümetin anayasal haklarımızı ve özgürlüklerimizi korumadığını, tam tersi bunları kısıtlama yoluna gittiğini maalesef uzunca bir süredir deneyimlemekteyiz. Hukuksuz bir şekilde tutuklu olan öğrenciler, gazeteciler, seçilmiş siyasetçiler, hak savunucuları bu durumun en açık göstergesi. Ayrıca hükümetin yüksek öğrenim kurumlarını tamamen kontrolü altına alma çabaları da yeni bir şey değil. 80 darbesi sonrası ve özellikle de 2016’dan bu yana üniversiteler ve okullar ciddi bir saldırı altında. Bu saldırılara karşı koyanlara yönelik yapılanlar da çok ağır. Boğaziçi şimdiye kadar bu saldırılara büyük ölçüde dayanabilen bir kurumdu. Şimdi hükümetin ne bu itiraza tahammülü var, ne de bu haklı reddin ve direnişin toplumda destek bularak yayılmasına tahammülü var.
Kampüste yapılan bir sergi hükümet ve medyası tarafından hedef alındı. Kabe resmi üzerinden hedef alınan öğrencilerden ikisi tutuklandı. LGBTİ bireyleri üzerinden tepkileri başka yöne mi çekiyor hükümet? Sizce hükümet milliyetçi ve muhafazakâr kitlenin konsolidasyonu için mi kullanıyor bu suçlamaları?
Evet, kampüste bir öğrenci sanat inisiyatifinin, öğrenci kulüplerinden bağımsız olarak düzenledikleri herkesin katılımına açık bir sergide, Kabe’nin resmedildiği bir duvar halısının imgesini baz alan, ortasında bir şahmeran figürü ve köşelerinde LGBTİ+ bileşenlerinin bayraklarının olduğu bir kolaj çalışması üzerinden oldu bu hedef gösterme. Sergide sergilenen bu anonim eser, tabii ki rahatsız edici bulunabilir, tabii ki eleştirilebilir, tabii ki medeni bir şekilde tartışılabilir. Fakat bir sanat çalışması üzerinden öğrencilerin hedef gösterilmesi ise kabul edilemez. Korkunç bir şey bu! Burada yapılmaya çalışılan, toplumun dini hislerini ve LGBTİ+ fobisini birlikte kullanarak yapılan bir korku sömürüsü ve manipülasyondur. Aynı zamanda, hükümetin haklarını, özgürlüklerini ve güvenliklerini korumak ve kollamakla yükümlü olduğu LGBTİ+ vatandaşlarına yönelik bir nefret kampanyasıdır. Bu aynı zamanda da bir nefret suçudur. Ne yazık ki, bu nefret kampanyası sırasında sosyal medyada “#bogazicindelgbtrezaleti” etiketini kullanan herkese Melih Bulu da katılmıştır. Bu nefret kampanyasına dair hukuksal mücadelemiz devam etmektedir. Bu nefret kampanyası hem yapılanları saklamak ve itiraz edenleri sindirmek, itiraz edenlere çamur atmak için kullanılmakta, hem de her zaman olduğu gibi, kendi tabanlarına bakınız ben muhafazakâr değerlerimize sahip çıkıyorum mesajı vermek için. Ben Türkiye toplumunun genelinin bu tür oyunlara gelmeyeceğini düşünüyorum. İnsanlarımız; Türkiye’nin en kıymetli kamu üniversitelerinden birine yapılan saldırının, insanların farklılıkları üzerinden ayrıştırılmaya çalışılmasının bu topluma zarar vermekte olduğunun farkında bence. Ayrıca unutmayalım, hükümetler gelir gider, halka ve halkın çocuklarına hizmet eden Boğaziçi Üniversitesi gibi köklü kurumlar bâki kalır.
Öğrencilerden neden bu kadar korkuluyor? Rektörün istifası hükümet için bir geri adım olacağı için mi? Hükümeti bu kadar sert gard almaya iten faktörler neler sizce?
Öğrenciler bu toplumun en zeki, en dinamik ve en cesur kesimi ve de çoklar, dolayısıyla da ellerinde muazzam bir siyasi güç var. Bu da 18 yıldır iktidarı ellerinden tutanlar ve toplum üzerindeki kontrollerini gittikçe artırmak zorunda kalanlar için büyük tehdit. Melih Bulu’nun istifası mümkün gözükmüyor bugünkü siyasi ortamda. Ayrıca hükümetin yanlış yaptığını kabul edebilecek bir kapasitesi yok. Ülkede istifa mekanizması uzun süredir işlemiyor. Kimse ben yanlış yaptım, sorumluluklarımı yerine getirmedim ya da suç işlediğime dair bir şaibe var üzerimde diyerek istifa edemiyor bir türlü. Nasılsa, ne olursa olsun o iktidarı elimde tutacağım derdinde hepsi… Öyle bir noktaya gelindi ki, ya baskı ile yönetmeye devam edebilecekler ya da tarihin sayfalarına gömülecekler. Yani onlar için bu bir siyasi ölüm-kalım savaşı bence. Korku da buradan geliyor bence. Gücünü ve kontrolünü kaybetmekten korkan bir iktidar ve onun karşısında geleceğini korumaya ve inşa etmeye çalışan, özgürlüklerinden hiçbir şekilde vazgeçmeye niyeti olmayan muazzam kalabalık, akıllı, çevik, yaratıcı ve de haklı bir genç kitle var. Haklı olduklarını da çok iyi biliyorlar. Kendi geleceklerini başkalarının karartmasına da hiç tahammülleri yok. Bugünlerden bir örnek vereyim: Öğrencilerimizi ev hapsinde tutmak için ayak bileklerine elektronik kelepçe takıyorlar, onlar da kelepçeleri rengârenk süslüyorlar. Bir nevi sen bana kelepçe takarak özgür ruhumu, özgür ifademi yok edebileceğini mi sanıyorsun diyorlar. Ya da üniversitemizdeki LGBTİ+ Çalışmaları Kulübü’nü (BÜLGBTİ+) kapatmaya çalışıyorlar. Bu gençler susar mı? Kulübü kapattık dediler, onlar biz de daha fazla açıyoruz dediler. Şimdi diğer öğrenci kulüpleri logolarına gökkuşağı renklerini ekliyor.
Eylemler birçok kentte destek görüyor. Boğaziçi ile birlikte insanlar uzun zaman sonra sokağa çıktı. Toplumun geniş kesimleri öğrencilerin yanında. Korkulan şey bu demokratik tepkinin yayılması mı? Terörist suçlaması bu yüzden mi?
Sanırım öyle, toplumsal tepkinin yayılmasından korkuluyor. Din üzerinden çamur atmak yetmiyor çünkü direnenler arasında kendini inançlı Müslüman olarak tanımlayanlar da var. Cinsiyet kimliği ve cinsel yönelim üzerinden çamur atmak ve LGBTİ+’ları suçlulaştırma çabası da olmuyor çünkü LGBTİ+’lar her yerde ve mücadelenin bileşenlerinden sadece biri. Buna bir de terörist çamurunu eklemek gerekiyor yetmediği için. Ama bence o da eskidi artık, halk kimin ne olduğunu çok net görüyor bence. Ülkenin en iyi üniversitelerinin birinin öğrencilerine, akademisyenlerine, mezunlarına atmaya çalıştıkları terörist çamuru bir türlü yapışmıyor. Çöp basın ve sosyal medya trolleri ne kadar çabalasa da. Terörist kelimesinin içi tamamen boşaltılmış durumda. Yani, ya hükümet yanlısısın ya da eleştirirsen, farklı bir ses çıkarırsan teröristsin. Böyle bir şey olabilir mi? 2015’teki Ankara Gar Katliamı’nda 109 insanımızı öldürenlerle, özerk, özgür, demokratik üniversite istediğini barışçıl bir şekilde talep edenler nasıl aynı sepete konabilir? Bu saçma sapan ve korkunç bir şey!
Aynı zamanda özerk, özgür, demokratik üniversite mücadelesini; kadın hakları mücadelesi, LGBTİ+ hakları mücadelesi, çevre hakları mücadelesi, ifade özgürlüğü mücadelesi gibi diğer hak ve özgürlük mücadelelerinden ayrı gayrı düşünmek mümkün mü? Bu toplumda uzun zamandır verilmekte olan hak mücadeleleri birlikte ve birbirinden güç buluyor.
Farklı coğrafyalar aynı uygulamalar
İçişleri Bakan Yardımcısı ‘Devletin gücünü sınamayın’ diyen bir açıklama yaptı. Biliyorsunuz Kürt illerinde “Türk’ün gücünü göreceksiniz” deniliyordu. Bunun batıya tercümesi devletin gücünü sınamayın biçiminde sanki. Biliyorsunuz kayyum uygulaması da ilk Kürt illerinde uygulandı. Şimdi artık resmi olmasa da fiilen üniversitelere kayyum atanıyor. Bu karşılaştırma ne söylüyor?
Güçlü devlet; onu meşru yapan vatandaşlarının hakkını, hukukunu, özgürlüklerini koruyabildiği, vatandaşın geçimini, güvenliğini ve huzurunu sağlayabildiği zaman güçlüdür. ‘Devletin gücünü sınamayın’ sözü ise bir tehdit mahiyetindedir. Bu söz, bize biat etmezseniz zorla biat ettiririz söylemi ama hep söylüyoruz, akademi biat etmez diyoruz. Akademik özerkliğe, özgürlüğe, demokratik değerlere sahip çıkarken genel anlamda insan haklarına da sahip çıkıyoruz. Kürt illerinde yapılan, halkın iradesinin yok sayılması anlamına gelen kayyum atamaları ile akademinin iradesi yok sayılarak dışarıdan, seçilmemiş birinin rektör atanması çok benzer uygulamalar. Hatta aynı uygulamanın farklı coğrafyalardaki tezahürleri. Kanımca Türkiye’deki barışçıl hak ve özgürlük mücadeleleri de bu yüzden ortak mücadelelerdir.
Gençler her daim ileriye bakar
Öğrenciler artık aşağı bakmadıkları için de ‘suçlu!’ Peki aşağı bakan öğrenci, toplum çürümez mi? Nereye bakmalıyız?
Öğrenci tabii ki aşağı bakmaz. Gençler her daim ileriye bakarlar ve bakacaklardır. Halil Cibran’ın mealen dediği gibi biz onların baktıkları ufukları göremeyiz bile. O yüzden de gençleri ve öğrencileri karşılarına alanlar kaybetmeye mahkûmdur. Kimin suçlu, kimin suçsuz olduğunu da halk çok iyi biliyor ve tarih de buna tanıklık ediyor ve edecek.