1996’da PKK’nin alıkoyduğu askerleri alan heyette yer alan İHD Onursal Başkanı Akın Birdal ile konuştuk: İlk girişimde askerleri alamayıp dönünce o gece evimin önü kuşatıldı. Siviller, polisler kapıya dayandı. O gece götürdüler ve hücrede tuttular. Sonra araba ile sürekli gezdirildiğimi fark ettim. Kaybetmekti niyetleri
Nezahat Doğan
TSK’nin Garê’ye yaptığı operasyonda alıkonulan ve aralarında asker ve polislerin bulunduğu 13 kişinin geçtiğimiz hafta yaşamını yitirmesi hem iktidar hem de muhalefet partilerinin ana gündem maddesi. Her iki taraf da birbirlerine sert eleştiriler yöneltiyor. “Sorumluluk kimde?” tartışmaları devam ederken, geçmiş yıllarda alıkonulanların bırakılma örnekleri sıkça hatırlatıldı. 90’lı yıllarda PKK’nin alıkoyduğu asker ve polislerin serbest bırakılmasında aktif rol oynayan sivil toplum örgütlerinden biri de İnsan Hakları Derneği’ydi (İHD). 13 kişinin yaşamını yitirmesine dair kamuoyunun sorularına her gün yenisi ekleniyor. Askerlerin kurtarılması için nasıl bir yol ve yöntem arandığı irdelenirken, 96 yılında 8 askerin serbest bırakılması için oluşturulan heyette yer alan İHD Onursal Başkanı Akın Birdal, sorunu diyalog yollarının kapatılmasına bağladı. “Askerler sağ salim ailelerine ulaştırılacakken maalesef cenazeleri geldi” dedi. Birdal, geçmiş deneyimlerini anlattı.
90’larda da alıkonulan asker ya da polisler oldu. Ama serbest bırakıldılar. Şimdi 2021’deyiz ama bu kez durum farklı, neden?
Türkiye’nin konjonktürel durumu ve siyasi iktidarların demokrasi anlayışıyla ilişkili. Örneğin; siyasi partiler nasıl ki demokrasinin olmazsa olmazı ise sivil toplum örgütleri de demokrasinin olmazlarıdır. O dönem ile bu dönem arasındaki önemli fark bu. Burada ne yazık ki çatışma ve savaş halinde tarafların savaş hukukuna -insancıl hukuk dediğimiz- uymaları bekleniyor. Uymadığı zaman da bu tür sonuçlarla karşılaşılıyor.
İHD’nin 90’lardan itibaren alıkonulan askerlerle ilgili hep girişimleri oldu. Bir de hazırladığı kronoloji var. 96’da sizin de içinde bulunduğuz bir heyet askerleri teslim alabilmişti. Nasıl bir süreçti?
Evet o kronoloji önemlidir. Çünkü 90’lardan itibaren günümüze PKK’nin elinde 300’ü aşkın alıkonulmuş asker-polisin getirildiği biliniyor. Ama ilk kamuoyuna yansıyan 1996’da 8 askerin PKK tarafından alıkonulmasıydı. Bu dönem askerlerin aileleri, cumhurbaşkanı da başta olmak üzere Genelkurmay Başkanı, Başbakan, Meclis Başkanı ve parlamentoda grupları bulunan siyasi parti başkanlarını ziyaret etti, her gün kapılarını çaldı. Aileler çocuklarının getirilmesi ve yetkililerin yardımcı olmalarını istiyordu. Ama ne yazık ki elleri boş dönüyorlardı. O dönem Refah Partisi Van Milletvekili Fethullah Erbaş da bu ziyaretlerden birine tanık oluyor…
Bu tanıklık Fethullah Erbaş’ın öncülüğünde STK’lerin devreye girmesini mi sağladı? Nasıl oldu?
Vicdan çok önemli. Vicdan sahibi olunca insani bir girişimle askerlerin getirileceği yolunda arkadaşlarıyla paylaşıyor ve konuşuyor. Sonra Mazlum-Der ve bize çağrı yaptı. Biz de tereddütsüz olur dedik. Ardından program yaptık, bir basın toplantısıyla kamuoyuyla paylaştık. O dönem Özgür Gündem gazetesi “PKK askerleri verecek” başlığı attı.
Duhok’a gittik, üç dört gün kerpiç bir evde bekledik. Sonra 5. günde İHD Siirt Şube Başkanlığı yapmış Zübeyir Aydar ile görüşerek bu askerlerin getirilmesini istedik. Elimiz boş dönmek istemiyorduk. Sonra biz Amediye’ye gittik ve bir gece de orada kaldık. Ertesi gün araçlarla Zap Kampı eteklerine gittik. Oradan da katırlarla Zap kampına çıktık. Zorlu bir yolculuktu.
Bir tarafımız uçurum, patika yol, diğer tarafımız dağlık, ormanlık alan. Bizi girişte Murat Karayılan, Rıza Altun ve Duran Kalkan karşıladılar.
Fethullah Erbaş, “Allah’ın izniyle askerleri almaya geldik” dedi. Biz de askerlerin verilmesinin gerçekten barış ve sorunun çözümü açısından ne anlama gelebileceğine dair düşüncelerimizi söyledik. Fakat bir süre sonra Duran Kalkan ve Rıza Altun, askerlerin verilemeyeceğini söyledi.
Sizinle beraber o dönem asker anneleri de vardı değil mi? Neden verilemeyeceği söylendi?
Aynen, kalabalık bir heyettik. Asker anneleri, gazeteciler vardı. Haber gelmiş Türkiye, Almanya Büyükelçisi’ne başvuracakmış, onlar da kendileri alacaklarmış. Kendilerinin de muhatap kabul edilip görünür kılınması için dahil olmak istemişler. Ben de bunun yanıltıcı olduğunu, itibar edilmemesi gerektiğini ve askerlerin bize verilmesi gerektiğini söyledim. Ama ne yazık ki o geceyarısı biz elimiz boş döndük.
Döndükten sonra neyle karşılaştınız?
1 Eylül Dünya Barış Günü’nde Ankara Demokrasi Platformu’nun düzenlediği etkinliğe katıldım. Ve bu süreci anlattım. O gece evimin önü kuşatıldı. Siviller, polis araçları ve kapıya dayandılar. Kapıyı zorladılar, açmadım ve zaman kazanmak için bir arama izni getirmeleri gerektiğini söyledim. O dönemin vekillerini aradım; Ahmet Türk, Sırrı Sakık 5-6 milletvekili arkadaş geldi… İHD’den de arkadaşlar, gazeteciler geldi. Sonra da Nuh Mete Yüksel geldi.
Neden baskın yapıldı?
PKK’ye yardım ve yataklıktan baskın yapıldı. Televizyonlar, basın o görüntüleri sürekli paylaştı ve haberlerini yaptı. Dağa gidişi, oradaki görüşmeler her şey kamuoyuna açık bir şekilde yürütüldü. Ama sanki bunlar olmamış gibi beni o gece götürdüler ve hücrede tuttular. Sonra araba ile sürekli gezdirildiğimi fark ettim. Kaybetmekti niyetleri. Biz yıllardır İHD olarak kaybedilenlerin hesabını soruyoruz. Bunu bana yapamazlardı; çünkü herkesin gözü ve tanıkları içinde gözaltına alındım. Hücrede kaldığımda “O terör örgütünün temsilcisine hiçbir şey yok” diye sohbetler ediyorlardı ve oradan çıkamayacağımı söylüyorlardı.
Daha sonra serbest kaldığınızda tekrar girişimde bulundunuz mu? Nasıl oldu çözüme ulaşan gidiş?
Daha sonraki süreçte verileceğinden emin olmak için arkadaşlarla görüştük ve gittik. Yine aynı yollardan Habur-Duhok üzerinden. Zübeyir Aydar ile görüştüm; “Kamuoyu beklentilerini bu denli hayal kırıklığına uğratmamak gerekir, lütfen siz devreye girin” dedim. O da “Bana bir gün izin verin, ben halledeceğim” dedi ve gerçekten bir gün sonra Zap kampının eteklerinde askerleri almaya gittik. Habur kapısından çıkarken karşılandık. O annelerin evlatlarıyla buluşmaları, çığlıklar, o yürek parçalayıcı insani durum. Evlat bunlar çünkü. O askerlerin getirilip getirilmemesini her anne-baba empati yaparak, çocuklarının orada olduğunu ve çocuklarının gerçekten sağ salim evlerine dönmesinin ne kadar önemli olduğunu anlamaları gerekir.
Tüm bu süreçte ne tür risklerle karşılaştınız?
Bizim ilk gidişimizde -sonradan öğrendik birtakım kaynaklardan- heyetimizin öldürüleceği yolunda haber aldık. Ve son anda Ankara’dan durdurulmuş. Çatışmada PKK tarafından öldürüldüğümüz duyurulacaktı. Son anda bunun durdurulduğunu öğrendik.
Barış, demokrasi, adalet ve insan hakları mücadelesinde risksiz bir şey olmuyor. Askerleri aldık geldik. İnsan hakları haftasında Ankara’da asker anneleri ve Barış Anneleri’ni kucaklaştırdık. Ve inanın o getirdiğimiz askerler benim her yaşadığım acıda beni aramışlar ve ziyaret etmişlerdir. Suikaste uğradığım zaman asker anneleri hastanede beni ziyaret etmiştir. Ve kamuoyunda da fazla tartışılmadı, orada bırakıldı.
Çatışmalar sürecinde benzer durumlar yaşandı. 22 Ekim 2007’de 8 asker alıkonuldu. Dönemin Meclis Başkanı Mehmet Ali Şahin’in, “Keşke esir olmasalardı da ölselerdi” sözleri vardı.
Bu nasıl söylenebilir? Nasıl bir devlet aklı? Şimdi kendi çocuğu onların arasında olsaydı, böyle konuşabilir miydi?
96’da bunları yaşadınız. 2013’te çözüm süresinde 18 asker serbest bırakıldı. 2021’de ise tablo bambaşka. Kürt sorununa yaklaşım tutum değişikliğini mi getiriyor?
Ne yazık ki: Bu Kürt sorununun çözümsüzlüğünün ve çözmekteki başarısızlığının sonucu. Gerçekten 96’da bizim o askerler için çabamız insani bir girişimdi. Ayrımsız herkesin yaşam hakkının korunması yolunda duygularımızdan ve sorumluluklarımızdan hareket ettik. Ama bunun yanı sıra bir de Kürt sorununun çözümüne bir diyaloğa kapı açacaktı. Kürt sorununun çözümünde zaman zaman diyaloglar kurulmuştu. 2013-2015 döneminde cenaze gelmedi. Asker anneleri olsun, Barış Anneleri olsun iki yıl kaygısız yatmışlardır. Bir de Ortadoğu’nun yeniden dizayn edilmesi, kapitalist dünya küresel bir kriz yaşıyor. Bu krizi aşabilmenin yolunu da Ortadoğu’nun kaynaklarının paylaşımında görüyorlar. Ve Türkiye’nin pozisyonu Ortadoğu’da bu emellerinin gerçekleştirilmesi için önemli stratejik bir konuma sahip. Bence Batı dünyasının Türkiye’ye karşı seyircilik ve sadece insan hakları ihlallerine karşı endişe duyarak geçiştirmeleri hep bundan kaynaklanıyor. Nefret, kutuplaşma, ayrıştırma, ötekileştirme hep bu Kürt sorununun çözümsüzlüğünden kaynaklanıyor. Şimdi ise 13 asker sağ gelebilecekken ne yazık ki cenazeleri geldi.
Geçmişte yaşananları aktardınız. Şimdi 6 yıldır alıkonulan askerler için Meclis’e verilen soru önergeleri, ailelerin girişimi oldu. Fakat sonuç da ortada… Nasıl çözüm yolları aranabilirdi? Ya da arandı mı
Şimdi bu Kürt sorununun çözümsüzlüğü her zaman gündemi değiştirmenin bir aracı oluyor. Ne zaman gerçekten ekonomik-politik bir kriz yaşansa ve derinleşse ya tecrit konusu gündeme geliyor ve ortalık altüst ediliyor. Ya da bu askerler konusu gündeme geliyor. İstenilseydi siyasetçiler değil sivil kuruluşlar, insan hakları savunucuları gidip alıp gelebilirlerdi. Annelere teslim edilebilirdi, bu olmadı. Zaten istenilse kanallar açık, bakın bu yol mümkün. İkincisi hadi içerde kimseye bu onuru vermek istemediniz. O zaman bizim taraf olduğumuz uluslararası insancıl bir hukuk var. Bu tür çatışma ve savaş hallerinde tarafların “ne yapması ya da ne yapmaması” gereken kurallar belirlemiştir. Böyle durumlarda Uluslararası Kızılhaç bir rol üstleniyor. Örnekleri var. Geçmişte 8 askerin 2’si önce Kızılhaç’a verildi. 6’sını da sonra gittik getirdik. Burada uluslararası bir girişim olmadı. Hem sivil kuruluşlar açısından -oldu mu bilmiyorum- hem de iktidar tarafından. Bütün uluslararası insan hakları kuruluşları mobilize edilebilirdi. Yapıldı mı yapılmadı mı bilmiyorum ama Kızılhaç devreye girebilirdi.
Peki her cepheden bu işin nasıl olduğu ve aranan cevaplar ve sorulan sorular var. Cevaplar yeterli mi size göre?
Bu iş gerçekten soruşturulmalı. Nasıl oldu? Nasıl öldürüldüler? Otopsi yapılmadı. Derhal bu konuda sonuçların makul ve ikna edebilmesi açısından TBMM Araştırma Komisyonu oluşturabilir, bir heyet oraya gidebilirdi. Çünkü Garê’de köylüler, tanıklar var. İnsan hakları kuruluşları ve hukuk kurumları ve sağlıkçılardan oluşan bir heyet gidip yerinde inceleme yapabilmeli. Uluslararası kuruluşlardan bir heyet oluşup buraya gelebilirdi.
Uluslararası kuruluşlar ne diyor bu konuda?
Yani örneğin ABD Dışişleri Sözcüsü eğer “Türkiye yaptıysa” ya da “PKK yaptıysa” gibi eğerli açıklama. Peki, 6 yıldır bu çocuklar oradalar, PKK’nin elindeler. Bunu soruşturabilirler. İnanın, bundan herkes sorumlu. Hiç kimse masum değildir. Uluslararası kuruluşlar da 6 yıldır bu konuda uyarıcı ve askerlerin getirilmesini zorlayıcı bir adım atmadı, parmaklarını oynatmadılar. Sadece zaman zaman endişe duyduklarını söylüyorlar. Avrupa Parlamentosu, Avrupa Konseyi, BM, ABD Dışişleri Bakanlığı yıllık insan hakları raporları yayımlıyorlar. Ve gerçekten Türkiye bağlı olduğu sözleşmelerden çok uzaklaştı ve insan hakları sistematik olarak ihlal ediliyor.
Türkiye imzaladığı uluslararası hukuku uyguluyor mu? Örneğin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin aldığı Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala kararları var…
Şimdi AİHM büyük dairenin aldığı karar. Uygulanmazsa derhal Bakanlar Komitesi toplanacak, Avrupa Konseyi’nce danışmanlık ve gözlemci oy kullanma hakkı askıya alınacak. Örnekleri de var iki tane; Azerbaycan ve Rusya. Rusya’nınki Fransa ve Almanya aracılığıyla indirildi. E şimdi bu işletilmiyor. Halen bekleniyor. Hukuk, hak ve özgürlükler herkes için bir güvencedir. Eğer hukuk askıya alınırsa, adalet askıya alınır, yerine getirilmezse insanlar neye güvenecekler?
İçişleri Bakanı Meclis’te İHD için “canı çıkasıca” dedi, bu nasıl bir söylem?
İHD Eş Genel Başkanı yanıtını verdi. O Meclis’te gerçekten özeleştiri yapılacağı beklenirken HDP ve İHD’ye yüklenildi. Bu kabul edilebilir bir durum değil. Sakin anlatılması gerekirdi; ne olmuştu, ne olmamıştı, 6 yıldır neden bu işe el vermediniz? Neden bu çocuklar canlı gelemedi? Ayrıca Kürt sorununun çözümsüzlüğünden ne anladığınızı ortaya koyuyor. HDP’nin yeri nedir, onu koyun, anlatın, herkes varsa eleştiri-özeleştiri, diyalog ve konuşma yolunu bulsun. Örneğin resmi açıklamaların dışında kimse konuşmayacak. Ya bu trajedi karşısında bugün konuşulmayacak da ne zaman konuşulacak? İnsan hakları savunucuları, vekiller konuşmayacak da kim konuşacak? Şimdiye değin sorunların çözülememe yumağı konuşamamaktandır.
Garê operasyonuyla tekrar HDP’nin kapatılması gündeme geldi. Kapatma çözüm mü?
Ben ütopik de olsa umudumu koruyorum. Kürt sorununun demokratik barışçıl çözümü konusunda bir diyalog yolunu açmak ama bunun tersi oluyor. HDP’yi tasfiye etme, bu kaçıncı. 6 milyonu askın oy almış. Kürtlersiz bir demokrasi, Kürtlersiz barış, Kürtlersiz bir adalet, iş, ekmek olmayacağını anlamamışlarsa anlamış olmaları gerekiyor. Ve ellerini uzatmaları gerekiyor. Çok yazık, bunca yaşanmışları yaşanmamış saymak, bunca acıları yaşanmamış saymak ve bu acılar nasıl çözülür, nasıl son bulur bilmişken bilmemek gibi davranmak çok daha acılara yol açabilir.