Bir masada, konforlu bir koltukta, elinde sıcak bir kahveyle oturup Kürtlere dair soğuk tavsiyeler verenleri bilirsiniz. “Şunu yapmalılar, bunu yapmamalılar,” diye başlayan cümleler kurarlar. Direnişin kanayan damarları üzerinden konuşurken ne direnişin terine dokunmuşlardır ne de bir günlüğüne koltuklarından kalkmayı göze almışlardır. Onlar için Kürtlerin acıları, sadece tartışılacak bir konu başlığıdır. Kahveleri soğuyunca unutacakları bir mesele…
Bir de karnından konuşanlar vardır. Cesaretleri dillerine değil, midelerinin derinliklerine sinmiştir. Laflarını hep yuvarlak söylerler: Ne tam destek olurlar ne de açıkça karşı çıkarlar. Ama bir şekilde Kürtlerin yanlış yaptığını ima etmeyi hiç ihmal etmezler. Onlara göre Kürtlerin yaptığı her hamle eksiktir, yanlıştır, fazlasıyla duygusaldır. Oysa en büyük eksiklik, onların yüreğinde; en büyük yanlış, gölgelerinde saklıdır.
Haritalara bakarak direnişi yorumlamak, konforlu bir alışkanlıktır. Onlara göre dağlar çizgilerden, insanlar istatistiklerden ibarettir. O haritalarda, köylerin yakılışını, dillerin susturuluşunu, sokaklarda sessizleşen çocukları göremezler. Çünkü onlar, Kürtlerin direnişini yukarıdan, yani tepeden izler. Tepeden bakmak kolaydır; oradan hayat bir oyun tahtası gibi görünür. Ama unuturlar: Tepeden konuşmak, insanı yücelten değil küçülten bir alışkanlıktır.
Kürtlerin küfesi, yalnızca kendi acılarını değil, bu dünyanın vicdanını da taşır. Konforlarına sıkı sıkıya tutunanlar bu küfenin ağırlığını gördükçe huzursuz olur. Çünkü o küfe, onların rahatına bir tehdittir. Her taşınan yük, her atılan adım, onların oturdukları yumuşak zemini biraz daha sarsar. Belki de bu yüzden küçümserler. Belki de bu yüzden, ağırlığından korktukları küfeyi görmezden gelmeye çalışırlar.
Dağların çığlığı ne kadar sertse, masa başı fısıltıları o kadar yumuşaktır. Kürtlerin sesi dağların yücesinden yankılanırken, masalarda fısıldayanlar hep aynı şeyi söyler: “Niye böyle yapıyorlar? Başka bir yol bulsalar olmaz mı?” Oysa başka bir yol kalmayalı çok oldu. Kürtlerin sesi, taşlara, topraklara kazınırken, fısıltılar sadece masa başında kaybolur.
Savaşı görmeden, onun ateşini hissetmeden, barış hakkında konuşmak kolaydır. Ama savaşı bilmeyen, barışın değerini de bilmez. Kâğıt üzerinde reçeteler yazarlar; “Şöyle yapmalılar,” diye başlayan ve hiçbir anlam taşımayan reçeteler. Oysa barış, reçeteyle değil; sırtında küfe taşıyanların alın teriyle yazılır.
Kürtleri küçümseyerek kendilerini büyütmeye çalışanlar, aslında kendi eksikliklerini haykırır. Ama küçümseme, gölge gibi bir şeydir; büyük görünür ama gerçekte küçüldükçe küçülür. Kürtlerin her adımını yanlış bulanlar, onların her direnişine dudak bükenler, kendi gölgelerinde kaybolur. Çünkü gölgeleri bile omuzlarında taşıyacak bir küfeleri yoktur.
Küfe taşımak cesaret ister; söz etmek ise sadece bir alışkanlık. Küfesini taşıyanlar yol alır; sözü olanlar ise o yolun kıyısında unutulmaya mahkumdur. Çünkü ağırlık, insanı büyütür. Hafiflik ise, en ufak bir rüzgârda savrulur. Kürtlerin yolculuğu, küfesizlere inat devam eder.
Direnişin terini bilmeden, savaşın ateşine bir an olsun yaklaşmadan, sürekli tavsiye verenlerin sözleri büyük ama anlamları küçüktür. Kürtlerin omuzlarına yük bindirirken, kendi omuzlarına tek bir sorumluluk almazlar. Onlar, tarihin kenarında kalmaya mahkûm, o tarihin yükünü taşıyanlara akıl vermeye doyamayanlardır. Ama ne kadar söyleseler de ne kadar konuşsalar da bir halkın taşıdığı küfenin ağırlığını asla bilemezler
Sonuç olarak, direnişin terini bilmeyenlerin tavsiyeleri ancak boşa yankılanır. Kürtlerin omuzlarında taşıdığı küfe ne masa başında yazılan reçetelerle ne de gölgesinden korkanların yuvarlak laflarıyla hafifler. Onlar konuşadursun, bu halkın yürüdüğü yol, sadece kendi cesaretiyle ve alın teriyle şekillenir. Çünkü gerçek olan şudur: Küfe taşıyanlar tarih yazar, seyredenler ise o tarihin dipnotunda kaybolur.