Kim ki, üçüncü dünya savaşını, birinci dünya savaşının yarım bıraktığı plan ve projelerden bağımsız ele alırsa büyük yanılgılar yaşar. Üçüncü dünya savaşının bütün tarafları yüz yıl önceki yarım kalmış plan ve projelere göre kendilerini sahaya sürmüş bulunmaktadırlar.
Çünkü birinci dünya savaşının asıl amacı olan Rusya ve Osmanlı imparatorluklarını parçalayarak kapitalist modernitenin etki alanlarını genişletmek istiyorlardı. Ama Ekim Devrimi onların bütün planlarını bozdu. Dolayısıyla İngilizler ve Fransızlar alelacele bir biçimde Ortadoğu’yu kendi ulusal çıkarlarına göre bölüp parçalayarak arkalarında yüz yıla yayılan kanlı bir tarih bırakarak alandan ayrıldılar. İkinci dünya savaşı da aslında bu yarım projeyi tamamlamak içindi. O da Ekim Devrimi’nin daha da büyüyen ruhuyla yine kaybetmişlerdi. Hem de geride yetmiş milyondan fazla ölü ve onun iki katı kadar da sakat bırakmışlardı. Ardı sıra gelen tarih içinde bloklar, ara dengelerde var olan kamplar oluştursalar da insanlığa çok acımasız bir soğuk savaş hikayeleri yaşattılar.
İnsanlık tarihi en büyük toplum kırımını aslında bu soğuk savaş yıllarında yaşadı. Ele geçirdikleri sosyal bilimle insanın tüm doğal özellikleriyle oynayarak uyguladıkları soğuk savaşla neredeyse insana ait her şeyi kontrol altına almaya yönelik taktik ve stratejiler geliştirdiler. “Yıldız savaşları”, dünyaya en fazla da bugünün nükleer dehşetini saçıyordu.
Yarattıkları devasa kentlerle insanın maddi hayatıyla oynadıkları gibi manevi dünyasını bile insana yabancılaştırdılar. Milliyetçilik, dincilik ve cinsellik ideolojisiyle yoğrulmuş özel savaş yöntemleriyle insan toplumsallığının temel harcı olan ahlaki değerlerini paramparça ederek güdülere kadar yönlendirmeye başladılar. Bir de buna, yarattıkları nükleer dehşet dengesi eklenince kapitalist modernite tamamen insan yiyen bir canavara dönüştü. Afaki bir halden söz etmiyoruz, bunun en somut göstergesi savaş alanlarında yaşanmaktadır. Hiçbir ahlaki kural, insanlık değeri bile tanımadan analitik aklın ulaşabildiği en soysuz yöntemler savaş alanlarında uygulanır oldu. Ortaçağın kendisine has kalenderlik özelliklerinin bile hiçbiri kalmadı.
Ama bunun en acı olanı ise yaşanan bu somut gerçekler karşısında toplumsal tavrın vurdumduymazlığıdır. Savaş harcamaları nedeniyle tüm toplum açlık ve yoksulluk cenderesinde tutulurken, savaş harcamalarında sınırsızlık yaşanmaya başladı. Açlık sınırının altında yaşayan toplum rüyasında ekmek bile göremezken şimdi nükleer savaş tehditleri ayyuka çıktı.
Savaş medyası, insanlığın bu bitim noktasında sıcak savaş alanlarını bin kat daha vahşileştirerek ekranlara yansıtır oldu. Daha sıcak savaş alanına inmeden toplumun insanın gözlerinin içine bakarak öldüreceği, kıyımdan geçireceği, gerçekleştireceği katliamların sayısal sonuçlarını vermeye başladılar. Yüzünde insanlık adına hiçbir emare olmadan ekranlardan “on bin, yirmi bin nedir ki bizim için” diyebilir oldular. Elbette “on bin, yirmi bin” öyle rastgele telaffuz edilen bir rakam değil. “On bin, yirmi bin” insanın öldürülmesinden bahsediyorlar. İnsanın yaşadığı doğadaki büyük yıkımdan, ekolojik katliamdan bahsediyorlar. Yine bununla toplumun milliyetçilik duyguları şahlandırılıyor. Savaş medyası “mahşerin üç atlısıyla” yani “milliyetçilik, dincilik ve cinsiyetçilik” bayraklarını ellerine almışlar ve hızla savaş alanlarına doğru doludizgin ilerlemektedirler. Arkalarında ise her gün paramparça edilen insanlar, yok edilen doğayı bırakarak gitmektedirler.
Ve hala yaşam alanlarını koruma direnişi içinde bulunan çevreleri tenzih ederek belirtmek gerekiyor ki, toplum içinde “insan hakları savunucularından” tutalım da, “doğal yaşamı koruma ağlarına”; hatta “hayvan hakları savunucularına” kadar yığınca çevre ve ekoloji hareketleri ve örgütlerine rağmen bunu yapabilmektedirler.
Nereye gittiklerini de bilmiyorlar. Tıpkı “Romalı senatörlerin her toplantı açılışında ayağa fırlayıp söyledikleri ilk söz, ‘Şu Kartaca işi ne olacak?’” dedikleri gibi savaş medyasında ağzını açan “Rojava” diyor. Roma gitti, Kartaca’yı dümdüz bir tarlaya çevirdi. Ya sonra… Roma’nın esamisi bile kalmadı. Şimdi Avrupa’nın en yoksul ülkelerinden biri haline geldi.
İnsanın aklıyla, duygularıyla ve hatta güdüleriyle oynanabilir ama tarihin gerçekleriyle asla oynanmaz. Herkes, isteyen her çevre ve “mahşerin üç atlısı”yla dünya turuna çıkmış her üniter yapı kendisine efsaneler, mitolojiler yaratsa da tarihin kesin hükmünden asla ve asla kurtulamazlar. Çünkü tarihin dili, hakikatin ve gerçekliğin dilidir. Onun için tarihin dilini gerçekliğin dili olarak algılayıp ona göre bugünün planlamasını yapmak gerekiyor. Egemenler yaşadıkları hiçbir hakikati unutmuyorlar. Yüz yıl önceki yarım kalmış projelerini üçüncü dünya savaşıyla güncelliyorlar.
Dolayısıyla ezilenlerin, emekçilerin ve halkların da kendilerini güncellemeleri gerekmektedir. Toplumsal ekoloji bilimine göre kendimizi güncellemez, insan eliyle gerçekleştirilen bu yıkım ve kıyımlara karşı kendimizi, zihniyetimizi sorgulamazsak tarihe bırakacak hiçbir şeyimiz olmaz. Bağımız, bahçemiz, tarlamız yok edilirken savaş alanlarından kazanacağımız hiçbir şey olamaz. Bugün kendi halkına açlığı, yoksulluğu dayatanların yarın daha fazlasını vereceğini sanmak insan aklına zarar bir durumdur. Zerdüşt’ün “bir karış toprağı ekmek, bir ülke fethetmekten daha değerlidir” dediği gibi en başta kendi yaşam alanlarımızın özsavunmasını kendimiz yapmazsak bizi savunacak hiç kimse çıkmaz.
Bugün kendi yaşam alanlarının korunması için çığlık çığlığa olanlar, yanı başlarındaki başka çığlıkları duymuyor ve ona karşı sessiz kalıyorsa yarın onu da kimse duymayacaktır. Belki de üçüncü dünya savaşının nükleer dehşetinden duyacak ve bu çığlığa anlam verebilecek insan bile kalmayacaktır. Hani “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” deyiminde gizli olan tarihin gerçeklerini unutmadan ayağa kalkmayı ve kendi bulgurumuzla onurlu ve mutlu yaşama iradesini açığa çıkarmalıyız.
Onun için daha fazla geç kalmadan her yerden, bulunduğumuz ve yaşadığımız yaşam mahallelerinde kendimizi örgütlemeli, toplumsallığımızın gücüne dayanarak mahşerin üç atlısına karşı her yerde halkların, ezilenlerin, kadınların ve emekçilerin toplumsal direniş bayrağımızı yükseltebilmeliyiz.