Hicri İzgören
Türkiye’de kültürün ve sanatın egemenler tarafından güdümlendirildiği, buna karşı duran muhalif unsurların sindirilmeye çalışıldığı bilinen bir gerçektir. Adına kitle kültürü denen benzeştirici ve yozlaştırıcı kültür artık eğlence sanayisinin bir kolu haline gelmiş durumda. Buradaki ideolojik işlev, gerçek yaşamdan kopmuş, kendine ve dünyasına yabancılaşmış yığınlar oluşturmak ve onları istediği biçimde yönlendirmek ve yönetmek olmuştur hep.
Kitle iletişim araçları arasında Türkiye’de en çok dikkat çeken, en çok üzerinde durulan ve etkileri en yaygın olan televizyondur. Yayına başladığı günden bu yana durmaksızın diğer kitle iletişim araçlarını yönlendirmiş, onları gizli ya da açık bir biçimde etkilemiştir.
Hemen her alanda durum aynı. Hangi kanalı açarsanız açın aynı tiplerle karşılaşırsınız. Sanki TV’lere abone olmuşlar. Çoğu da kulağa göre ağız olmanın ötesine geçemiyor. Amaç sistemi pekiştirmek, yalanı ve talanı meşrulaştırmak.
Hayat istikametsiz ve menzilsiz kalınca; kimi değerlerin içi boşalır, toplum hafızasını kaybeder ve geleceği yaratmanın anahtarı olmaktan çıkar. Hafızasız, ütopyasız, üretimsiz toplumlar artık kolay elde edilebilen, tüketilmesi için birikim ve bilgi gerektirmeyen, kullanılıp hemen atılabilen, geçmişten beslenmeyen ve gelecek kaygısı taşımayan günlük ve geçici bir hayata bağlanır ki, gelinen bu noktada kültürün adı artık yoz kültürdür.
Televizyon her şeyimizi etkiliyor, politikamızı da, hatta psikolojimizi, sosyal davranışlarımızı, beğenilerimizi, kültürel anlayışımızı kısaca her şeyimizi.
Her değişimin bir ucu dolaylı ya da dolaysız olarak kültürel yapıya da yansımaktadır. Günden güne yüzeyselleşen toplum, zaten çok az olan sanata, edebiyata vakit ayırmayı zaman israfı sayar oldu. Herkes, işin kestirmesini tercih ediyor. Toplum şiir ihtiyacını piyasa şarkısı sözleriyle, öykü, roman ihtiyacını ucuz, estetik değerlerden yoksun dizilerle gideriyor. Üstelik bu izlenceler, izleyenleri güncel ve gerçek olaylardan koparıp, yaşadığı çevreden yalıtma işlevini de yerine getiriyor. Bugün Türkiye’de çevresine kulak veren herkes, geniş kitlelerin savaş, yoksulluk, açlık gibi yaşanan gerçeklikten daha çok, dizilerden, şovlardan, sanatçı(!) skandallarından konuştuğunu rahatlıkla görecektir. Çevresindeki haksızlığı, adaletsizliği görmeyen gözler, ekranlardaki kendi gerçekliğinden uzak hayal dünyasına yönelmektedir.
Bugün televizyonun girmediği ev hemen hemen yok gibidir. Elit kesimin çok değişik imkanlarını saymazsak, ezici çoğunluğun tek izlencesi televizyondur. Sofrasında çorbadan son kaşığı alır almaz ailece ekran başına geçen vatandaş, kültür ve yaşantısıyla uzak-yakın ilgisi bulunmayan programlarla, ıskartaya çıkmış saçmalıkları izlemekle kendi gerçeğinden koparılıp, kendi kültürüne yabancılaştırılmaktadır. Yine bu sayede “her şeyi bilen cahil insanlar” yetişiyor. İnsan beyninin ürünü teknoloji, yanlış ellerde insan beynini kemirmeye devam ediyor.
Unutulmaması gereken bir gerçek var ki, o da her şeyin bize sunanlardan ibaret olmadığı gerçeğidir. Bize sunulanlarla yetinmeyip gerçeği aramak için bir yolculuk başlatsak, görünenin ya da bize sunulanın ne kadar aldatıcı olduğunu hemen anlayacak ve oynanan bu oyunun birer figüranı olmak yerine; soran, sorgulayan ve eyleyen bir özne olacağız. Bu oyunları bozmanın başkaca bir yolu yoktur.
Bu yazıyı Nazım’ın dizeleri bitirsin istiyorum:
“İnsanlarım, ah, benim insanlarım, / antenler yalan söylüyorsa,
yalan söylüyorsa rotatifler…/ ellerinizden başka herşey herkes yalan söylüyorsa, / elleriniz balçık gibi itaatli, / elleriniz karanlık gibi kör, / elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun, elleriniz isyan etmesin diyedir. / Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız / bu ölümlü, bu yaşanası dünyada / bu bezirgan saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir.”