Hicri İzgören
Çoğulculuk esasına dayalı demokratik bir sistem, kültürel farklılıkları merkezileştirip kendi potasında eritmeye çalışma yerine, onları koruma, geliştirme ve tanıtmayı öngörür. Toplumsal kutuplaşma ve bunalımın yaşandığı bir ortamda en akılcı yol, farklı kimliklerin birbirlerini karşılıklı olarak kabul edebilecekleri yeni bir yapılanma gerçekleştirmektir.
Ancak ne yazık ki böyle bir tavrı gösterebilen toplum yapısına erişemedik henüz. Dahası siyasetin kutuplaştırıcı ve ötekileştirici söylemleri yüzünden toplum birbirine düşman kesildi.
***
Geçenlerde Toplumsal Araştırmalar Bir Arada Yaşarız Eğitim ve Vakfı’nın (BAYETAV) ‘Türkiye’de Bir Arada Yaşarız Araştırması’ başlıklı bir sonuç bildirisi yayınladı. Araştırmanın yürütücülüğünü KONDA ve SAM Araştırma Şirketi yapmış.
Danışmanlığını akademisyen ve BAYETAV Genel Koordinatörü Prof. Dr. Ferhat Kentel’in yaptığı araştırma İstanbul, Ankara, İzmir, Mersin, Kayseri, Erzurum ve Diyarbakır’da toplam 12 odak grup toplantısı yapılarak gerçekleşmiş. Çarpıcı sonuçlar veriyor bize.
Araştırmaya göre; ‘başkalarına tahammül edemeyenlerin oranı yüzde 66.’
Kutuplaşmanın sebepleri arasında ‘geçmişin yükü’ önemli bir yer tutuyor. Bugün geçmişin aynasında kuruluyor. Geçmişten gelen birikimler, ‘duygusal sermayelerin’ oluşumu, kapanmamış yaralar, ‘geçmişin intikamı’ gibi olgular bu kutuplaşmayı besleyen sebepler olarak gösteriliyor. Bunun temelinde de iktidarların söylem ve uygulamaları rol oynuyor.
Neyse ki araştırmaya katılanların yüzde 94’ü devletin tüm bireylere, gruplara ve kimliklere eşit mesafede durması gerektiğini savunuyor.
Ancak ayrımcılığın başlangıç noktasını “herkese eşit davranması” beklenen ve istenen devlet oluşturuyor ve toplumun diğer kesimlerinde yeniden üretilmesinde temel bir rol oynuyor. İktidar, köhnemiş yaklaşımlarıyla, insanların birbirlerini anlama umutlarını boğmaya çalışıyor ve bundan nemalanma yolunu seçiyor
Kamusal alanın kurguları ve gerekleri ile çok daha iç içe olan erkeklere kıyasla, kadınlar kendilerini verili kimliklerle tanımlamakta daha çok zorlanıyorlar. Kadınlar (ve gençler) orta yaş üzeri erkeklere kıyasla kendilerini ve başkalarını “daha az kategorize” ederek ifade ediyorlar.
Araştırmaya göre, ayrımcılığa uğrayanlar bunun sokakta, okulda, işyerinde, kamu kurumlarında ve ev içinde olduğunu söyledi. Daha güçsüz, dezavantajlı kesimler, etnik ve mezhepsel gruplar hayatın her alanında, fakat özellikle “bütün vatandaşlara eşit davranması” beklenen devlet nezdinde ayrımcılığa uğruyor. Türklerin yüzde 68’i, Kürtlerin yüzde 34’ü, Sünnilerin yüzde 62’si, Alevilerin ise yüzde 45’i ayrımcılığa “uğramamış” görünüyor.
***
Gelinen noktada kutuplaştırma ve ötekileştirmeye paralel olarak nefret söylemi her geçen gün habis bir ur gibi toplum bünyesine yayılıyor. İktidar medyayı da yedeğine alarak türlü algı yöntemleri kullandı bu alanda. Bu sayede toplum da sorgulamadan her söyleneni destekler duruma getirildi.
Farklı olanın saklandığı, istenmediği ve ezildiği bir yapı yerine, farklılığın zenginlik sayıldığı ve bu yüzden korunması gerektiği gerçeği zihinlerde yer bulmadıkça, sosyal barışı ve siyasal birliktelikleri tehdit etmeyecek bir çözüm gerçekleşmedikçe yara kanamaya devam edecektir.
Denenmiş ve çözüm oluşturamamış deneyimlerin ışığında yeni yol ve yöntemler oluşturmak gerekiyor. Einstein’in deyişiyle; “Karşılaştığınız sorunları, o sorunları yarattığınız düşünce düzleminde kalarak çözemezsiniz.”
Evet. “Bir arada yaşama” dilini görünmez kılan kutuplaşma dinamiklerini aşabilmek için öncelikle siyaseten konuşma imkânlarının serbestleşmesi gerekiyor. Buna dair adımların devlet tarafından atılması ama aynı zamanda toplumsal aktörlerin ve sivil toplum örgütlerinin çaba göstermeleri gerekiyor.