Özgür Müftüoğlu
Türkiye, enflasyonun dünyada en yüksek olduğu on ülke içerisinde yer alırken, ücretler ve çalışma koşulları bakımından Avrupa’da sonuncu, OECD ülkeleri içinde ise son sıralarda yer alıyor. Geçen birkaç ay içinde enflasyondaki aşırı yükseliş, ücretlerin de reel olarak düşüşünü hızlandırdı. Özellikle enerji ve gıda fiyatlarındaki artışın yoksulluğu ve açlığı daha da derinleştirmesinin üzerine özelleştirilen ve piyasalaştırılan kamu hizmetlerinin hane bütçesine getirdiği yük de binince durumun vahameti kat be kat arttı.
Geçtiğimiz sonbaharda hızlanan “TL’deki değer kaybı”nın dramatik boyutlara ulaşması, zaten istikrarsız olan ekonomide kırılganlığı arttırdı ve içinden çıkılması güç bir krize zemin hazırladı. Bu sürecin sonucunda hükümet, asgari ücrete -enflasyondaki yükselişi öngördüğünden olsa gerek- Türk-İş yöneticilerinin tekliflerinin bile üzerinde bir artış yaparak emekçilerin ağzına bir parmak bal sürülmüş oldu. Ancak ücretlerdeki artış, işçilerin eline geçemeden Aralık ve Ocak’ta art arda gelen zamlarla eridi. TÜİK’in açıkladığı enflasyon rakamları üzerinden hesaplanan kamu emekçilerinin, emeklilerin ücretleri ile bu süreçte başlanan toplu sözleşmelerde belirlenen ücretlerin de akıbeti farklı olmadı. Asgari ücret düzeyinde bile gelir elde edemeyenlerin ve işsizlerin durumu ise çok daha içler acısı bir hal aldı.
Satın alma gücünün azalması ve artan yoksulluk, beklendiği gibi hem enflasyona yol açan politikaların hem de düşük ücretlerin sorgulanmasına, bu minvaldeki tepkilerin yükselmesine sebep oldu. Enflasyonun nedenlerine yönelik sorgulamalar şimdilik hükümete yönelik desteğin zayıflaması ve elektrik, doğalgaz zamlarına yönelik tepkilerle sınırlı kalmakta. Ücretlere yönelik olarak ise daha çok örgütlü ve mücadele deneyimine sahip iş kollarından gelmesi beklenen tepkiler, işçi sınıfı içindeki konumları dahi muğlak görülen kargo emekçileri ile esnek ve güvencesiz çalışmanın yaygın olduğu tekstil işçilerinden geldi. Bunlardan Trendyol, BBC Türkiye, Alpin Çorap işçileri, direnişlerini kazanımla sonuçlandırdı. Kazanımların verdiği cesaret ve umutla direnişler çeşitli iş kolları ve iş yerlerine de yayıldı.
Sağlık emekçilerinin sürdürdükleri “Beyaz Nöbet” ve 8 Şubat’ta gerçekleştirecekleri “Beyaz G(ö)rev” eylemi halen devam eden en yaygın ve en yüksek katılımlı direniş olma özelliği taşıyor. Sağlıkçılar benzer eylemleri yıllardır gerçekleştiriyor. Yani tepkisel çıkışlar yerine uzun soluklu bir mücadele yürütüyorlar. Hemen her ilde hemen her sağlık kuruluşunda gerçekleşen bu eylemler, yukarıda söz edilenlerden farklı olarak sağlık emekçilerinin sadece son süreçte ücretlerinin erimesi, satın alma güçlerinin azalmasına tepki olarak yapılmıyor. Sorunların sağlık sisteminden kaynaklandığı düşünüldüğü için kendi özlük haklarını ararken “toplumun sağlık hakkı”nı da savunuyorlar. Eylemlilik sürecinde dile getirdikleri taleplerde toplumun sağlığının öncelikleri olduğunu ve sağlık hizmetlerinin parasız olması gerektiğini özellikle vurguluyorlar.
Kamusal bir hizmet olması gereken sağlığın, üzerinden kâr edilen bir metaya dönüşmesi, sağlığı cepteki para ölçüsünde ulaşabilir bir hizmet haline getiriyor. Bu, giderek artan yoksul kesimlerin en temel insan hakkı olan sağlık hakkına erişimini engellerken, hane halkı harcamalarının önemli bir bölümünde yekün tutuyor. Örneğin TÜİK’in son açıkladığı Tüketici Fiyatları Endeksi (TÜFE)’ne göre Ocak ayında sağlık hizmetlerinin fiyatı, yüzde 11.10 olan ortalama enflasyonun üzerinde artmış (yüzde11.27). Yani bir taraftan yoksullar piyasalaşan sağlık hizmetlerine ulaşamazken öte taraftan sağlık harcamaları, yoksullaşmanın nedeni oluyor.
Sağlığın piyasalaşmasının toplumsal etkisi sağlığa ulaşımı engellemesi ve yoksulluğu arttıran bir etken olmasıyla da kalmıyor. Özellikle pandemi süresinde de görüldüğü gibi devletler, özel sağlık kurumlarının, ilaç şirketlerinin çıkarlarını toplumun sağlığından, insan yaşamından daha öncelikli görüyor. Bunun sonucu olarak pandemi koşullarında gerekli tedbirler alınmadan çalışmak zorunda bırakılan sağlık çalışanları başta olmak üzere emekçiler yaşamlarını kaybediyor. Bu nedenle sağlığın piyasalaşmasına karşı direnmek sağlıkçılar ve diğer emekçilerle birlikte “toplumun yaşam hakkının savunulması” anlamını da taşıyor. Emeğine, ekmeğine sahip çıkmak için gerçekleştirilen her direniş değerlidir. Her direniş sınıf bilincinin edinildiği bir okuldur aynı zamanda. Ancak bu direnişlerin örgütlü ve sürekli bir mücadeleye dönüşmesi gerekir. Elde edilen kazanımların kalıcı olması için farklı iş kolları ve iş yerlerinden emekçilerin dayanışması, direnişlerin ortaklaşması ve mücadelelerin büyütülmesi şarttır.
Sağlık, toplumun tümü için yaşamsal bir meseledir. Dolayısıyla sağlık emekçilerinin, sağlık hakkını da önceleyerek gerçekleştirdiği mücadele sağlığı kâr kalanı olarak görenlerin dışında tüm toplumu yakından ilgilendirmektedir. Bu nedenle dayanışma içinde bulunmak ama aynı zamanda kendi sağlık hakkımızı da savunmak için 8 Şubat “Beyaz G(ö)rev”inde sağlık emekçilerinin yanında olmak olmak gerekir.