Bu yıl 14.sü düzenlenen Berlin Kürt Film Festivali, 2024 yılında cesur bir adım atarak “queer” temasıyla seyircilerini ağırlıyor. Bu yılın seçkisi: cinsel yönelim ve toplumsal cinsiyet odaklı; yerleşik normları sorgulayan ve Kürt kimliği ile LGBTQ+’ların kesişimlerine odaklanan filmler. Bu odak, son 20 yıldır sayısı gitgide artan diasporadaki Kürt film festivalleri arasındaki en cesur odaklardan biri.
Festivalin queer teması, Kürt sinemasının klasik anlatılarından bir sapma sunarak queer öznelerin yaşadıkları ayrımcılık ve yaşam mücadelesine dair kesitler sunuyor. Bunu yaparken aynı zamanda da Kürt halkının tarihsel olarak maruz kaldığı benzer zorluklarla kesişimselliğine dair katmanlı hikayeler barındıran anlatıları öne çıkaran geniş bir panorama sunuyor.
Kürdistan’ın ve diasporasının sinemasal başarılarını sergileyen festival, Kürt kültürel mirasının dokusunu paylaşan sinemacılar tarafından yaratılan 64 filmi perdeye taşıyor. Geniş bir programa sahip festivalde uzun metraj kurmaca filmler, belgeseller ve kısa filmlerin yanı sıra resim ve fotoğraf sergileri de var. Berlin Kürt Film Festivali’ne ev sahipliği yapan Babylon sinemasında düzenlenen sergi, festivalin queer temasını Kürtlerin geleneksel motifleriyle etkileyici bir biçimde harmanlıyor. Ulaş Tosun’un fotoğrafları ve Xece Aktaş ile Tuncay Akbaba’nın resim çalışmaları, bir yandan Kürt kimliğinin köklerine referans verirken, diğer yandan cinsiyet kavramını yeniden yorumlayarak bu kimliğin sınırlarını genişletiyor. Sergi, Kürt kültürüne ait simgeleri ve geleneksel görsel unsurları, queer varoluşuyla buluşturuyor. Tosun’un fotoğrafları, Türkiye ve diaspora coğrafyalarında çektiği Onur Yürüyüşleri’nden sahneler içeriyorken, LGBTQ+ topluluğunun dayanışma ve özgürlük arayışını yakaladığı güçlü anlarla yansıtıyor.
Açılış filmi olarak seçilen Soleen Yousef’un Sieger Sein’i (Zafer olarak çevrilebilinir), queer temasıyla direkt bağlantılı olmasa da Kürt ve queer kimlikleri arasındaki kesişimleri temsil etmeyi sürdürüyor. Film, toplumsal baskıya karşı bireyin mücadelesini ele alarak, queer temaya dolaylı bir destek sunuyor.
Kürt kültürünün, geçmiş ve bugününün ve süregelen özgürlük mücadelesinin özünü, Kürtlerin duygusal dünyalarını ortaya çıkarmayı hedefleyen festival, queer odağıyla dönüştürücü bir kültürel yolculuk vadediyor. Filmlerin tamamını burada konuşmak zor olsa da festivalin “fokus” bölümü dahilinde gösterilen ve taşıdığı temayı bir anlamıyla en fazla irdeleyen bir kurmaca ve bir belgesel filmden bu köşede söz etmek istiyorum.
Toplumsal normların gölgesinde: Bu Ben Değilim
Jeyan Kader Gülşen ve Zekiye Kaçak’ın yönetmenliğini üstlendiği 2021 yapımı “Bu Ben Değilim” adlı belgesel çalışması Mustafa, Mehmet ve Yusuf adındaki küçük şehirlerden İstanbul’a, “anonimliğin” Türkiye’deki mekanına yerleşen üç eşcinsel erkeğin aşk, aile ve arkadaşlık ilişkilerini gözlemliyor. Devletin bireyler üzerinde kurduğu biyo-iktidarın sınırlarında yaşayan bu karakterler, kendi hayatlarının sınırlarını yeniden belirlemek zorunda kalırlar. Bu bağlamda, özellikle Mustafa’nın açık kimlikli bir birey olarak varoluş mücadelesi, queer bireylerin görünürlüğü ve görünmezliği arasındaki ince çizgide ne kadar tehlikeli bir oyuna maruz kaldıklarını gösterir. Kentteki anonimleşme, karakterlerin kendilerini koruma mekanizmalarını güçlendirse de, aynı zamanda onların bireysel varoluşlarını sınırlar.
Farklı fikir ve yaklaşımlara sahip bu üç kişinin paylaştığı ortak deneyimler, onların bir anlamda benzer yaşamlara sahip olmalarına sebep oluyor. Baskı ve inkar etrafında örülen filmin bütün karakterlerini kuşatmış devlet ve toplumsal baskı aralarındaki onca farka rağmen Mustafa, Mehmet ve Yusuf’un dar alanlara sıkışmasına, öyle veya böyle ikili ve üçlü hayatlar sürmesine sebep oluyor.
Mustafa ve Mehmet ilişkinin tüm iniş ve çıkışlarına karşın, on yılı aşkın bir süredir beraber olan bir çifttir. Mustafa tüm zorluklarına rağmen açık kimliğiyle kendisini var ederken, Mehmet gizli ve evlidir. Tıpkı Mustafa’nın arkadaşı olan ve filmin takip ettiği bir başka karakter Yusuf gibi, o da ikili bir yaşantı sürdürmektedir. Mustafa ve Mehmet arasındaki aşkın grifliğine, imkansızlaştırılmasına rağmen bir biçimde yaşanmasına şahit olurken Mustafa’nın tükenmeyen umudu ve toplumsal normların dayatmacılığına karşı başkaldırısına da tanık oluyoruz. Gücünü bir anlamda haklı isyankarlığından alan Mustafa, Yusuf ve diğer arkadaşlarına da omuz veriyor ve yoldaş oluyor.
Daha çok Mustafa üzerinden, LGBTQ+ topluluğu içindeki dayanışmanın çeşitli örneklerini görüyoruz. Bu dayanışma örnekleriyle yaşamı nasıl büyüttüğüne bizi tanık ediyor. Aynı zamanda on yılı aşan bir süredir devletin derinleştirdiği baskı ve imha politikalarının etkilerini görmemizi sağlıyor. Bu anlamda, bugünden filmin geçtiği yıllara baktığımızda yok edilmiş veya edilmeye yüz tutmuş queer mekanları raporluyor film.
Seyircinin yoğun ilgi gösterdiği Bu Ben Değilim, festivalin odağına aldığı meseleyle hakkını vererek hemhal olan belgeseller arasında.
Veşartî
“Veşartî (Gizli)”, klasik bir Kürt trajedisi olan “Mem û Zin” anlatısını modern ve katmanlı bir fantezi kurgusuna dönüştürerek toplumsal cinsiyet, kimlik ve aşk kavramlarını yeniden tanımlıyor. Yönetmen Ali Kemal Çınar’ın filmi, bir yanıyla konvansiyonel anlatılara dayalı bir yapıyı sürdürüyor gibi görünse de, sunduğu yenilikçi estetik stratejiler ve kesişimsel bakış açısı ile Kürt sineması içinde sıkça rastlanmayan, yenilikçi ve provokatif bir eleştirel söylem geliştiriyor. Anlatı, Kürt kimliklerinin çok yönlülüğünü ve bunların cinsiyet ve toplumsal normlarla nasıl etkileşime girdiğini irdeleyerek, heteronormatif beklentilere meydan okuyan bir yapıyla şekilleniyor. Bu kesişimselliği, toplumsal cinsiyet, kimlik, geleneksel erkeklik-kadınlık rolleri, aile yapıları ve feodal ilişkiler gibi konuları iç içe geçirerek kuruyor.
Bir fantezi film olan Veşartî, gizemli bir kadın tarafından anlamlandıramadığı bir haber alan Ali Kemal’in gitgide absürtleşen hikayesini odağına alarak cinsiyet, aşk, toplumsal normlar, feodalite gibi kavramları eşeliyor. Bu gizemli kadının anlattıklarına göre Ali Kemal, otuz yaşına geldiğinde, tıpkı kendisini henüz bir çocukken terk eden babası gibi, bir kadına dönüşecektir. Film, bu imkansız görünen dönüşümü sadece bir bireysel değişim hikayesi olarak değil, aynı zamanda toplumsal cinsiyet dönüşümünün nasıl kişisel ve kolektif düzeyde bir varoluş krizine sebep olabileceğini tartışan derinlikli bir yapıya bürünüyor.
Sevgilisi Berfin’le evlilik arefesinde olan Ali Kemal, çok geçmeden aldığı bu haberin doğruluğuna ikna olur ve bu gerçeği Berfin’le de paylaşır. Birbirine aşık ve beş yıllık bir ilişkiye sahip çift için iki seçenek vardır. Ya Berfin de erkek olacak ve heteroseksüel, evli ve muhtemelen mutlu bir çift olarak devam edecektirler, ya da lezbiyen bir çift olarak birlikteliklerini sürdürecektirler. Bu seçimler, yüzeyde basit ve komik görülebilir; ancak Çınar’ın filminde, bu absürt ikilem aslında kişisel olanın toplumsal ve politik olanla kesiştiği bir noktada, Kürt toplumunda “erkekliğin” ve “kadınlığın” nasıl inşa edildiğini deşifre eden güçlü bir metafor haline gelir. Film, bu iki karakterin dönüşümleri üzerinden, hem heteronormativitenin hem de patriyarkal yapıların bireyler üzerindeki tahakkümünü açığa çıkarmakla kalmaz, aynı zamanda toplumsal cinsiyet rolleri ile kimliğin nasıl iç içe geçtiğini ve birbiriyle sürekli alışveriş halinde olduğunu gösterir.
Yaklaşan otuzuncu yaş gününde hayatına kadın olarak devam edecek Ali Kemal ve aşkı için ya erkek olacak ya da lezbiyen bir ilişki içinde yaşamını sürdürecek Berfin etrafında dönen hikaye dayatmacı toplumsal cinsiyet normlarına karşı attığı zekice çelmelerle sıkı eleştirilerde bulunuyor.
Her şeyden önce oldukça güçlü ve katmanlı bir metne sahip filmin pek de uzun sayılmayacak sessizlik anları, yoğun düşünsel diyalogları yeterince sindirememize sebep oluyor olsa da, sıklıkla sorduğu sorular ve açtığı parantezlerle izleyiciyi kesintisiz bir düşünme haline itiyor olması seyirci için her halükarda büyük bir nimet.