Gazeteci Fuat Kav, Türkiye’nin KDP ortaklığıyla Kürtlere karşı yürüttüğü saldırıları değerlendirdi: Barzaniler kesinlikle Erdoğan ailesi, KDP AKP, Mesut Erdoğan konumuna gelmişlerdir. AKP-MHP giderse ne olur? Büyük ihtimalle büyük bir yargılama sürecine tabi olurlar. KDP Güney’de kaybederse ne olur? O da yargılanır
Ferhat Çelik / MA
AKP-KDP işbirliğiyle Federe Kürdistan Bölgesi’ndeki Avaşîn, Metîna ve Zap’a dönük saldırılar sürerken, AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan bu kez de Kuzey ve Doğu Suriye’ye saldırı sinyali verdi. Erdoğan, 1 Haziran’da partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada, saldırı için hazırlıkları tamamladıklarını, Minbîc ve Til Rıfat’ı hedefleyeceklerini, devamında diğer bölgelere yöneleceklerini ifade etti. Türkiye’nin Kürtlere yönelik saldırılarına ve KDP’nin tutumuna ilişkin gazeteci Fuat Kav sorularımızı yanıtladı.
Öncelikle Türkiye’nin Zap, Metîna ve Avaşîn’e dönük başlattığı saldırının perde arkasında ne var?
Türkiye, Kürt sorununu inkâr-imha ve soykırımla bitirme anlamında kendisini birinci derecede muhatap olarak görüyor. Bu nedenle dünyanın neresinde olursa olsun Kürt sorunu konusunda gündeme gelen her şeye müdahalede bulunuyor. Kürtlerin tartıştığı, tartışacağı ve bir biçimde ele alınacağı her platformda kendini oranın adeta doğal bir üyesi, doğal iradesi ve sahibi görerek müdahil olma çabasına giriyor. Türk devleti ve onun fideliğinde yetişen politikacılar, akademisyenler, öğretim üyeleri, öğretmenler, kısacası “Ne mutlu Türk’üm” diyen her unsur Kürtleri ve hatta diğer tüm farklı kimlikte olanları düşman olarak görüyor. Esas sorun burada. Yani Kürt sorununu çözme konusunda birinci derecede muhatap olması gerekenlerin Kürtlere düşmanca yaklaşmasıdır. Düşmanca yaklaşanlar kesin olarak kaybetmedikleri sürece Kürtlerle aynı masada oturmaları mümkün değildir.
Peki bu yaklaşım ne zaman son bulur?
Ne zamanki bir yenilgi gelişirse, politik olarak sözcüğün gerçek anlamında iflasal bir süreç oluşursa, ekonomik çöküntü için içsel bir hareketlenme baş gösterirse, uluslararası güçler, sorunun çözümü konusunda kesin bir karara varırlarsa, işte o zaman “cumhuriyet kadrosu” denilen kemikleşmiş yapı soruna farklı yaklaşmış olacaktır. Bunun dışında sorunun çözülmesi mümkün değildir. Kırk yıldır süren savaş bir kırk yıl daha sürer. Zap, Avaşîn ve Metîna’ya dönük yapılan sefer ve gerçekleştirilen işgalin arka cephesinde bu gerçekliğin belirleyici olduğunu söyleyebiliriz. Esas yaklaşım Kürt Sorunu’dur, Kürtlerin bir statüye kavuşmaması, Kürt gerçekliğinin ortadan kaldırılmasıdır. Konsept, Kürt halkını ve ona öncülük eden hareketin imha edilmesidir. 2014 yılında geliştirilen “çökertme” konsepti bugün, Zap, Metîna ve Avaşîn seferini anlatan bir konseptti. Bugün hayata geçirilmeye çalışılan konsept o zaman yeni oluşturulmuştu ve o konsepti bugüne kadar değişik adlar altında bir biçimde hayata geçirme çabası içinde olan Türk devleti, Sri Lanka’nın Tamil halkına karşı geliştirdiği konseptten çalınma bu yöntemi uyguluyor.
Çözüm Süreci’ne “Çöktürme Planı” olarak yaklaştıklarını kendileri de daha sonra açık bir şekilde ifade etmişlerdi…
Evet; o süreç de bu imha konseptinin başka bir biçimiydi. Konsept oldukça farklıydı. Adı, yol ve yöntemi, yaklaşım ve üslubu farklıydı. Ama son tahlilde Kürt halkını ve ona öncülük eden hareketin imhası ve tasfiyesi hedefti. Yumuşak siyasetle, diyalogla, esnek tutumla olmayınca bu sefer tamamen askeri güç ekseninde bir yaklaşım geliştirildi. Eğer barış sürecinde Özgürlük Hareketi ve PKK Lideri Abdullah Öcalan, AKP ve devletin ne yapmak istediğini doğru okumamış olsaydı kesinlikle o zaman Özgürlük Hareketi tasfiye olurdu. Ancak PKK Lideri Abdullah Öcalan “Beni ne sanıyorsunuz, beni kandırabilir misiniz? Kırk yıldır Ortadoğu’da askeri ve politik bir mücadeleye önderlik yaptım” deyince, Dolmabahçe’de kurulan masa Erdoğan tarafından devrilip barış denilen süreç tamamen son buldu. Erdoğan, imha konseptinin yönünü, onun yol ve yöntemini değiştirdi. Çöktürme denilen askeri eksenli konsept bu süreçte devreye sokuldu, o günden bugüne kadar farklı uygulamalarla devam ediyor.
Peki, Neo-Osmanlıcılık politikasının bunda bir etkisi var mı?
Tabii ki de saldırıların başka bir nedeni Neo-Osmanlıcılık politikasıdır. Yeni Türkiye’nin adı Neo-Osmanlıcılıktır. Neo-Osmanlıcılık işgaldir, talandır, birkaç kıtayı yeniden ele geçirme gerçekliğidir. Erdoğan, Lozan Antlaşması’nı hiçbir zaman kabul etmedi ve “Reelde kabul etmek zorunda olduğumuz Lozan Antlaşması bizim gönlümüzdeki gerçek Misak-ı Milli sınırlarımız değildir” dedi. Bunu da tüm dünyaya duyurdu. Yeni Osmanlıcılık siyasetinin kalbi Irak ve Suriye’dir. Ötesi de var, ancak kısa vadeli hedefi bu iki ülkedir ve doğal olarak Kürdistan’dır. Türkiye çeşitli gerekçe ve yalanlarla bu ülkeleri işgal etti. Erdoğan “Şartlarım yerine getirilirse çıkarım” diyor. Ama öyle değildir. Türkiye işgal ettiği yerlerden asla çıkmaz, çünkü konsepti ve hedefi işgaldir. “Teröre karşı mücadele etme” hikayedir.
Zap, Metîna ve Avaşîn’in hedef olarak belirlenmesindeki amaç neydi?
Zap’ın hedeflenmesi uzun bir hazırlık, yapılanma ve konsepti ekseninde yapılan bir saldırıdır. Zap-Metîna ve Avaşîn alınırsa oradan Garê’ye, daha sonra Kandil’e, ardından da tüm alanları kapsayan topyekûn bir saldırı planlanacaktır. Daha önceki saldırı ve harekatlar daha çok vurma geri çekilme, kısa sürede alan tutma, gözdağı verme, psikolojik olarak üstünlük sağlama, gerillanın harekat alanını daraltma temelindeyken Zap hamlesi ise stratejiktir, kalıcıdır, indirmenin yapıldığı yerlerde karakol kurma ve uzun sürede alanda kalmadır.
Bunun Rusya-Ukrayna savaşıyla bir bağlantısı var mı?
Zap saldırısının elbette ki içsel olduğu kadar dışsal boyutları da vardır. Uluslararası bağlantıları olduğu gibi Ukrayna ve Rusya arasında yaşanan sorun ile bağlantıları vardır. Her şeyden önce dünyanın meşgul olduğu, Ukrayna ve Rusya sorunu ile uğraşırken, bu sorunu temel bir gündem olarak ele alırken Türkiye “fırsat bu fırsattır” deyip saldırıyı gerçekleştirmiştir. Böylesi bir atmosferde her güç ve devlet kendi çıkarını ön planda tutarken, buna bağlı olarak kendi müttefiklerini genişletme temelinde bir yol izleyecektir.
Diğer uluslararası güçlerin bu saldırılara karşı kayıtsız kalmasında ve hatta desteklemesindeki neden nedir?
Ortadoğu’da oldukça zengin olan yerüstü ve yeraltı kaynakları yer alıyor. Petrol, gaz, su gibi maddeler de kapitalizmin can damarını oluşturuyor. Bu işin bir boyutu, diğer boyut ise hem politiktir hem sosyal, hem de jeopolitik konumdur. Kürdistan tam da bu merkezdedir. Kim Kürdistan’a hakim olursa o güç Ortadoğu’da hakimiyetini tesis eder, rakiplerine karşı belli bir duruşu olur, askeri ve politik olarak üstünlük sağlamış olur. Bu nedenle uluslararası güçler Ortadoğu’yu, dolayısıyla Kürdistan’ı öyle kolay kolay elden bırakmak istemiyor. Bu konjonktür içinde ele alınıp değerlendirildiğinde uluslararası güçlerin neden Türkiye’yi elde tutmak istedikleri kendiliğinden anlaşılmaktadır. Zira uluslararası güçler, Türkiye’nin eliyle Ortadoğu’yu ellerinde tutuyorlar, diğer taraftan ise Türk devletini bir kalkan olarak kullanıyor.
Başka boyutları da var mı?
Evet. Çok önemli bir boyut daha var. Kürdistan devriminin tehlikeli görülmesi, PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın fikirlerine, görüş ve ideolojisine bir öcü gibi bakılması gerçekliği de var. PKK Lideri’nin ideolojisinin öncülüğünde gelişen ve gelişecek olan devrimleri onlar için oldukça tehlikeli görme durumu nedeniyle uluslararası güçlerin çok daha fazla Türk devletine güç verdiğini de çok iyi biliyoruz. Öcalan’ın görüşlerinin sistem haline gelmesinden, alternatif bir üretim gücü ve ilişkisine dönüşmesinden korkuyorlar. Oluşturdukları kapitalist sistemin sonsuz ve sınırsız olduğunu, onun dışında başka sistemlerin olamayacağını hep empoze ettirmişlerdir. Başka sistemleri, başka ideolojileri, başka görüş ve fikirleri hep sapma ve sapkın olarak ele alıp değerlendirmişlerdir. Bunu adeta bir algı haline getirmişlerdir. Ancak Öcalan’ın fikirlerinin, onun görüş ve düşündüğü sistemin ütopik değil de reel olduğunu görünce adeta çıldırmışlardır. Uluslararası komplonun esas nedenlerinden birisi de buydu. Öcalan’ın önce teorik olan düşüncesi daha sonra Rojava sahasında gerçeğe dönüşünce Türkiye’ye verilen desteği daha da artırdıklarını görüyoruz. Hatta Türkiye’yi kışkırtan, yönlendiren, perspektif sunan, stratejisini belirleyen uluslararası güçler olduğunu da biliyoruz.
Kuzey ve Doğu Suriye’ye dönük saldırılara verilen onayın nedeni Öcalan’ın fikriyatının hayata geçirilmesi midir?
Küresel güçler Ortadoğu gibi bir coğrafyada alternatif bir sistem, halkların kardeşliğine dayalı bir toplum, ortak iradeyi kapsayan bir demokratik uluslar silsilesini asla istemiyor. Ortadoğu’da en istikrarlı bölge Rojava’ydı. Ancak daha sonra tam bir kaosa dönüştürüldü. Bunu, küresel güçler ile onların taşeronluğu konumunda olan Türkiye yaptı. IŞİD belası bunun en somut örneğidir. IŞİD’i tasfiye eden Kürtlere karşı küresel güçler, Türk devletini fiili olarak ortaya çıkarttılar. Türk devleti mevcut konumuyla IŞİD’leşmiş bir devlet konumundadır. Özgürlük Hareketi’nin tasfiye edilmesi konusunda hemen hemen tüm küresel güçler ile bölge devletlerinin hemfikir olduklarını söylemek mümkün. Nüans farklılıklar olsa da ulus devletler, demokratik ulus çözümü dayatan Özgürlük Hareketi’ni tehlikeli, Öcalan’ı ise bu tehlikenin önderi olarak görüyorlar. Özgürlük Hareketi’ne karşı ortak operasyonun yapılması, Öcalan’a katı tecrit politikasının uygulanması bundandır.
Federe Kürdistan yönetiminin bu savaşa dahil olmasının altında neler yatıyor?
Aslında KDP’nin gerçekliği yeni ifade edilen bir durum değildir. Kürtlükle ifade edilen algı bu gerçekliği görülmesinin önünde bir perde oluşturdu. Yoksa kırk yıl önce KDP’nin oluşum halindeki kimliğinin, ideolojik yapısı ve tarihsel gelişim sürecinin analizi, çözümlenmesi yapılmıştı. “İleride Kürdistan’da mücadele geliştiğinde devlet bu gücü, yani KDP’yi mücadele verenlere karşı kullanacaktır” denilmişti. Gelinen nokta budur. Esas ihanet ideolojiktir. Bunun politik karşılığı AKP-MHP ekseninde kendi yol haritasını belirlemektir. Köy korucuları neyse KDP de odur. KDP sadece Özgürlük Hareketi’ne karşı savaşmıyor ki, Kürdistan adına kim ki doğru bir adım atmışsa ona karşı savaşmıştır. İran KDP’sine, YNK’ye, Doktorların hareketine karşı da savaşmıştır. Sadece Saddam’a karşı savaşmamıştır, bu kadar. Bu anlamda KDP gerçekliği tehlikelidir. Tehlikeli olduğu oranda da aynı zamanda içi kof ve anlamını yitiren bir kabuğa dönüşüyor. Barzaniler kesinlikle Erdoğan ailesi, KDP AKP, Mesut Erdoğan konumuna gelmişlerdir. Bu bağlamda da kaderleri birbirlerine bağlı. AKP-MHP giderse ne olur? Büyük ihtimalle büyük bir yargılama sürecine tabi olurlar. KDP Güney’de kaybederse ne olur? O da yargılanır.
KDP artık kendisi değil Türk ordusunun yerel düzeyde, Kürdistan’da örgütlenerek özgürlük mücadelesine saldırtılan bir kontra gücü haline geldiği söylenebilir.
Kürt halkı kendini savunmalı
Peki Kürtler ne yapmalı?
Her halk onurlu ve özgürce yaşamak için ne yaptıysa, nasıl davrandıysa, nasıl bir süreç yaşadıysa Kürtler de öyle yapmalıdır. Başka çaresi yoktur. Gün gittikçe ağırlaşan bir sömürgecilik ve inkarcılık gelişerek derinleşiyor. Tarihte kimyasal silahlar nerede, nasıl ve kime karşı kullanılmış? Soykırımın hedeflendiği yerlerde kullanılmış, teslim alınması, iradenin kırılması için kullanılmış. Zap, Avaşîn ve Metîna’da kullanılan kimyasal silahlar bunun en somut örneği olarak karşımıza çıkıyor. Bu gerçeklik Kürt halkının ne yapması gerektiğini de ortaya koyuyor. Devletin topyekûn karşı saldırısı varsa, Kürt halkının da kendini topyekûn düzeyde savunma hakkı vardır. Kürt halkı bu hakkını mutlak anlamda kullanmalıdır.