Her şeyin sonuna insanı yaklaştıran günler, yaklaştırdığı başlangıçlardan bahis açmamakla meşhurdur. Gölgede kalan huzur, kendini dayatan hüzün, var saydığımız kimseler, birer heyula gibi hayatlara zuhur ediyor. Tüm bunlardan masallar ve efsaneler devşirdiğimiz gerçeği, herkesin savunduğu bir yalan. İnsan kendini hatıralarda ve unutmalarda yeniden görebilen ve gösterebilendir.
Kudreti kendinden menkul sanılan ne kadar dağ başı varsa, o kadar da uçurum var. Böylesi bir bilgi ve varılan anlam, insanı kanatlandırır. Uçmak dertken nereye varıldığı kimin umurunda olabilir diye kendi kendine başkaldırmak da var işin içinde. Bu kadar karanlık içinde illaki bir ateş yakılmalıydı ve hâlâ da yandığı kadar yansıyor ovalara, sokaklara, meydanlara, dört duvar arasına.
Henüz varılamayan yerlerde tuzaklar kurulurken, yolda olmanın inadı, yeni yollar açmanın ısrarı elbette bir aydınlık olacak ve yitenlere huzuru armağan edecek. Bilmek ve inanmak bir anahtardır buralarda, zalimin kapısını onun üstüne kapatacak kadar hünerli, zulmün kapılarını kıracak kadar azimli. Elbette sonrası da gelecek ve yeni, henüz hayal bile edilemeyen yerlerin kilidini açacak kadar sabırlı. Öyle bildik, o kadar yaşadık ve tanık olduk diyecek bir anı, kuşaklar boyunca sürecek. Çünkü insan kendinden fazlasını, kendinden daha çok insanı taşıyandır.
Aldığı darbelere, yara aldığı yerleriyle dünyaya ses veren insan, taşıdığı yaraların ne izini ne de hatırasını unutur. Devran yara almışların öfkesiyle dönme devri. Zaman acısına tebessüm edebilenlerin zamanı oldu artık. Dünyaya nam salacaklar acılarıyla alnı açık, dik yürüyebilenlerdir. Korku oradan, acılar ve yaralar haritasından yerküreye dağılıyor, yol açıp yoldaşlar buluyor.
Biz yaşadıkça kahrolanlar bilmeli ki, kahretmeye geldiğimizi bile bile bağışladık acılarımızı. Sinmeden ve boyun eğmeden vardığımız neresi ise, kaybetmeye inanmadan bağırdık çünkü bağrımızda neler neler var ki korku duvarları titremekten kendinin yıkımını hayal etmeye başladı bile. Kuşatmak neymiş, abluka nerede başlarmış yeniden gördük ve gösterdik. Şan olsun, nam salsın, tarih asla ıskalamasın.
Henüz sonu yazılmamış bir romanın içinde yaşamak bilinci, elbette moral, tabii ki de heyecan. Dışında kalan başkasının içindedir o zaman. İçimizde sınırlar değil, sınırsızlıklar tahayyül ediyor, kapkara yangınlar çağında ışığın raksına şahit oluyoruz. Gidenler kaybettiklerimizdir, gitmekten korkmayanlar da saraylara afiştir. İfşa olan cesaret, infilak olan korkudur bundan sonra. Yeni yıla böyle böyle merhaba demeye geldik kalanlar olarak, kaldığımız yerden.
Yenilmeyenler yenmenin ötesinde ve berisinde durmaktadır. Sonrasına herkes sorular sorabilir, cevaplar bulabilir ya da cevap olabilir. Çağ başlarken yanabilir, yanılabilir, yakabilir herkesi. Kıymet ve kıyamet hengamesinde kalbura dönmüş bir coğrafyada çiçek açmak ya da dikeni olmak gülün, herkesin eline bulaşmış bir kokudur veya boşluk. Nihayetinde insan ve ölüm aynı cümlede kuruldu ve sıradanlaştı, yaşamak da ilişir bu serüvene. Evet, insan her yere ve her şeye yakışarak ve yakınlaşarak bugünlere gelebildi. Sonrası güllük gülistanlık evren ya da yanardağların püskürdüğü lavların cehennemi de olabilir.
Dünya insana muhtaç ve mağlup görünürken, bir de gördük ki tersinden yaşamak hasıl oldu. Dönen dünyada insan yerinde kaldıkça, yerini ve yerindeki ahmaklığı sevdikçe neden olmasın yok olmak, yokoluşta sıra atlamak?
Yeni yıl, yeni bir yılı önümüze sermişken, serildiğimiz yerden kalkmak, mağlup bir insan soyunun yerine öfkeyi koymak her birimizin elinde. Yerinden ettiği, yok ettiği insanların pişkinliğiyle yaşayanların cezası bir suçtur ve alnımızdaki bir lekedir hepimizde; hepimiz ayrı yerlerde aynı bakışla dağılırken ve birleşirken onlar. Yaklaşırken birbirimize, bir ıslık, bir yumruk, bir tetik, bir slogan bir yerlerde kendimizi kendimize getirebilir. Yaşasın dünya, yeni insanlarla.
Haftanın kitap önerisi: Sedat Ulugana-Kumru Toktamış, Ağrı İsyanı’nda İstanbullu Bir Kadın-Yaşar Hanım’ın Anıları / Dipnot Yayınları