Yeniden “Merhaba”. Türkiye’de yeni bir döneme girdik. Yeni Yaşam’daki dostlarım bu yeni dönemi gazetedeki yazılarıma yeniden başlayarak karşılamamı önerdiler. Ben de “elle gelen düğün bayram” dedim. Eskiden olduğu gibi bundan sonra iki haftada bir Salı günleri bu köşede olacağım.
Bir muharebede daha yenildik. Seçim, sadece seçim değildi; yenilgimizin de basitçe bir “seçim yenilgisi” olmadığının herhalde hepimiz farkındayız. Seçimin hemen sonrasında oluşturulan hükümete bir göz atmak bile bunu idrak etmek için yeterli.
MİT başkanı Fidan’ın Dışişleri Bakanlığı’na, Cumhurbaşkanlığı baş danışmanı ve Stratfort personeli Kalın’ın MİT başkanlığına, “IŞİD valisi” Yerlikaya’nın İçişleri Bakanlığı’na, (aynı zamanda Roboski katliamının birinci dereceden sorumlusu da olan) görevdeki Genel Kurmay başkanının ikinci defa Savunma Bakanlığı’na getirildiği yeni hükümetin Erdoğan’ın önceki hükümetlerinden çok temel bir farkı var. Kontrgerillanın temel kurumlarının siyasi iktidarın merkezini doğrudan doğruya teşkil ettiği bir hükümet yapısıyla karşı karşıyayız. (“İkinci Derviş” kostümü giydirilen Mehmet Şimşek’in Maliye Bakanlığı’nın bu kompozisyonu tamamlayıp tamamlamadığı şüpheli.)
Böylece 15 Temmuz sonrasında kurulan “Erdoğan rejimi”nin tarihsel ilerlemesinin bir başka aşamasına geçtiğimizi söyleyebiliriz. Bu yeni aşamanın iki karakteristik bileşeni var. Birincisi Erdoğan rejiminin, açık ve doğrudan bir biçimde kontrgerilla kurumlarının merkezinde olduğu bir diktatörlük sistemi oluşturularak, Erdoğan’sız da sürdürülebilir hale getirilmesi. İkincisi ise diktatörlüğün emperyalist kapitalist sistemle re-entegrasyon veya yeniden bütünleşmesi.
Şimdilik, İsveç’in NATO’ya katılmasına yakılan “terörle mücadele şartlı” yeşil ışık, “AB’ye üyelik hedefi”nin yeni misyonlar üzerinden yenilenmesi, Avrupa’da gelişen “İslami değerlere yönelik saldırılara karşı mücadele” temelinde “İslam İşbirliği Teşkilatı’na liderlik iddiasında simgesel ifadelerini bulan “yerli ve milli” bir entegrasyon” programı ile mesafe alınmaya çalışılıyor.
Bu programın başarı ölçütü, yüz ifadelerinden, mimiklerden iyimserlik türetmeye çalışan kuyrukçuların düşündüğü gibi AB üyeliği sürecinin önünün açılması, ABD’nin ileri karakolluğu konumunun yeniden kazanılması olmayacak. Yeni sömürgeciliğin/sömürge tipi faşizmin fabrika ayarlarına dönülmeyecek.
Hedeflenen, ABD/AB emperyalizmi ile ittifak halindeki yerel İslamofaşist bir diktatörlük. Erdoğan rejimini “sağlam temellere dayandırma”nın en uygun yolu da bu: Türkiye’nin ABD/AB ile partnerliğinin, Suudi Arabistan, Körfez monarşileri veya Mısır benzeri bir Ortadoğu gericiliği ülkesi olarak yeniden inşası.
Öte yandan “Kontrgerilla kurumlarının merkezinde olduğu bir diktatörlük sisteminin” yerleştirilebilmesi için içeride ve dışarıda sonuçlar doğuran bir güvenlikçi siyasetin merkeze alınması da gerekiyor. Bunun için rejim kendi uluslararası tanınma koşullarını Rojava’ya karşı savaş hazırlıkları ve Ukrayna savaşı üzerinden üretmeye yöneliyor.
Erdoğan rejiminin muradına ulaşıp ulaşamayacağı bambaşka bir konu. Bu noktada emperyalizmin, oligarşinin, sermayenin kendi içlerinde/birbirleriyle, küresel/bölgesel hesapları, çelişkileri, çatışmalarının oluşturduğu sınırlar, olanaklar elbette incelenmeli. Ama şu an önceliğimiz bu değil.
Çünkü gerçekleştirilebilir olmasından bağımsız olarak Erdoğan rejiminin bu muradına ulaşmak için “ultra-faşist bir sıçrama”ya yöneldiği her halinden belli. Sadece “muhalefetin zor kullanılarak susturulması”ndan, zor aygıtının bütün kurumlarının iktidar militanı haline gelmesinden söz etmiyorum. Erdoğan iktidarının, “Türkiye tarihinin en gerici meclis bileşimi”ni ve önceki dönemde yedeklediği ve oluşturduğu bütün saldırı aygıtlarını arkasına alarak muazzam bir gerici/demagojik kampanya eşliğinde İslamo-faşist rejimin anayasal/yasal/kurumsal dayanaklarını yaratmaya, devlet biçimi haline getirmeye yönelmesinden söz ediyorum. Bu gidişatın ilerlediği stratejik hedef, bir önceki dönemde kısmen düzene sokulan “yeni kontrgerilla”nın kurumsal merkezine oturduğu devletin ABD/AB emperyalizmiyle ilişkilerinin düzene sokulması ile kalıcı bir devlet biçimine dönüştürülmesidir. Böylece “Erdoğan rejimi”nin bir devlet biçimine dönüştürülmesi hedeflenmektedir.
Karşımızdaki gerçek bu. Ve bu gerçekle baş etmek açısından 14 Mayıs öncesinden daha iyi durumda değiliz. Ve işin daha da kötüsü baş etmemiz gereken güç 14 Mayıs öncesinden daha iyi durumda.
Tabii ki bu gerçekle baş edebilmemiz için yeniden mevzilenmemiz ve bunu doğru olarak yapabilmemiz için de nereye, nasıl ve neden geldiğimizi tartışmamız, anlamamız ve değerlendirmemiz gerekiyor. Ama bilelim ki nereye, nasıl ve neden geldiğimiz hakkında en tam ve doğru değerlendirmeyi yapsak bile bu değerlendirme “günün görevini” belirlememiz açısından bize yeterli temeli sunmayacaktır. Çünkü günün görevi, geçmiş deneyimlerin “ışığında”, ama “gelecekten bugüne” bakarak belirlenir.
Bununla birlikte bir ön belirlemeye de ihtiyacımız var. Evet, yenildiğimiz büyük ve önemli bir muharebeydi ama savaş bitmedi ve biz de biraz dağıldık ama teslim olmadık. Her doğan gün gördüğümüz gibi, teslim olacağımız da yok, sonumuzun geleceği de yok. Tartışmamız, savaşın gidişini, yani gidişatı nasıl değiştireceğimiz konusundadır.