Üniversiteler, bilimsel bilgi üretmek, ürettikleri bilgiyi toplumla paylaşmak ve genel yarara aykırı durumlarda toplumu uyarmakla yükümlü kurumlardır. İktisadi ve siyasi egemenler, üniversiteyi toplumsal işlevlerinden uzaklaştırarak kendi egemenliklerini mutlaklaştırıp, meşrulaştıracak bir yönde şekillendirerek kendi ideolojik aygıtları haline dönüştürmeye çalışır. Zira egemen güçlerin ideolojik aygıtı haline gelen üniversitede mevcut sistem sorgulan(a)maz ve toplumun gelişmesi, refahı ve özgürlüğünü sağlayacak yenilikler üretilemediği gibi doğanın ve insanlığın temel kazanımlarının yok edilmesine yol açacak politikalar da sözde “bilim” adına onaylanabilir.
Üniversitelerin ürettiği ve paylaştığı bilginin egemenlerin çıkarını kollamak yerine doğanın, insanlığın ve toplumun genel yararına olabilmesi için bilimsel bilginin üretim ve yayım sürecinin egemenlerden yani “sermaye, siyasi iktidar ve dini kurumlar”dan bağımsız olması gerekir. Aksi halde iktisadi, siyasi ve ruhani egemenlerin çıkarları ile toplumun genel çıkarları arasındaki çelişki büyüdükçe üniversitenin “toplumun genel çıkarlarına aykırı olan “düzeni ‘ak’lama rolü” kaçınılmaz hale gelir. Başka bir ifade ile doğayı ve emeği sömüren, halklar arasında ayrımcılığı, düşmanlaşmayı körükleyen politikalar, egemenlerin güdümündeki üniversiteler aracılığıyla meşrulaştırılır.
Örneğin toplumsal sorumluluğunu yitiren üniversite/akademi, insan sağlığına ve doğaya verdiği ölümcül zarar bilindiği halde nükleer santrallere; bir avuç sermayedarın kârı ya da güvenlik gerekçesiyle ormanların kesimesine, yakılmasına; yeraltı ve yerüstü su kaynaklarının yok edilmesine karşı çık(a)maz ve hatta kimi akademik kurumlar ve akademisyenler bunların gerekli olduğu(!) yönünde raporlar verebilir. Ya da yüzbinlerce insanın yaşamını kaybetmesine neden olan pandemide ve depremde siyasi iktidarın yanlış politikalarını eleştir(e)mediği gibi bu politikaları onaylar. Yine bir avuç sermayedar ve iktidar yandaşı, zenginliğine zenginlik katarken toplumun geniş kesimlerinin beslenme, barınma gibi en temel sosyal ihtiyaçlarından bile mahrum kalmasına neden olacak kadar yoksulluğun derinleşmesine; her yıl binlerce işçinin iş cinayetlerinde yaşamını yitirmesine yol açan çalışma koşullarına karşı sesini çıkar(a)mayan üniversite, siyasi iktidarın bekâsı için halklar arasında yaratılan düşmanlığa ve insan hakları ihlalleri karşısında da üç maymunu (görmeyen-duymayan-konuşmayan) oynar. Bunlara itiraz eden, sesisini yükselten akademisyenleri ise üniversitede barındırmaz.
Üniversitenin/akademinin faaliyetlerinin topluma karşı ihanete dönüşmesini engellemenin yolu özerkliğin sağlanmasıdır. Akademik özerkliğin mutlak koşulu, üniversitenin kamu tarafından finanse edilmesi ve yönetsel özerkliğe sahip olmasıdır. Yönetsel özerklik, rektör seçiminden başlayarak, üniversitedeki her akademik ve idari birimde demokratik katılımın sağlanması anlamına gelir. Bu ise akademisyen, öğrenci ve akademik faaliyetin gerçekleşmesini sağlayan üniversite çalışanlarının katılımıyla olur. Siyasi iktidardan, sermaye örgütlerinden, tarikat ve cemaatlerden alınan direktiflerle yönetilen kurumların yasal statüsü ne olursa olsun; üniversiteyle/akademiyle uzaktan yakından ilgisi olamaz!
Türkiye’de 12 Eylül darbesinin ürünü olan YÖK’le birlikte üniversiteler sermayenin ve siyasi iktidarın güdümüne girdi. 15 Temmuz darbe girişimi bahanesiyle getirilen OHAL düzeni ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’yle birlikte rektörlük seçimi Saray’ın keyfiyetine bırakılarak yönetsel özerklik tamamen ortadan kaldırıldı. Böylece Türkiye’de üniversiteler, rektörlerin kayyum olarak atandığı “AKP’nin üniversiteleri” haline geldi.
AKP’nin üniversitelerdeki kayyumcu zihniyeti, Avrupa Üniversiteler Birliği’nin geçtiğimiz Mart ayında yayımladığı 2023 Otonomi raporunda da çarpıcı biçimde gözler önüne serildi. 35 Avrupa ülkesinde yükseköğretim sisteminin analiz edildiği raporda Türkiye, Avrupa’daki rektörün üniversite dışında belirlenip onaylandığı (atandığı) tek ülke olarak gösterildi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçtiğimiz günlerde YÖK üyeliklerine ve 20 üniversiteye rektör atadı. Daha öncekiler gibi yeni atanan YÖK üyeleri ve rektörlerin bir kısmı AKP’de milletvekilliği yapmış, milletvekili adayı ya da aday adayı olmuş isimler. Bunların yanı sıra Cumhurbaşkanı’nın oğlunun lise arkadaşları ile kimi tarikat ve cemaatlerle ismi anılan kişiler de yeni rektör ve YÖK üyeleri arasında yer aldı.
AKP’nin ve cemaatlerin üniversiteleri rektörlerden başlayarak akademik ve idari kadrolaşma alanı haline getirmesiyle birlikte üniversite/akademi toplum için bilgi üretmekten uzaklaşmakla kalmadı; bilimsel akıl yerini dogmalara bıraktı. Bunun sonucu olarak 2022-2023 yıllarında dünyada üniversiteler arasında bilimsel performans kriterlerini analiz eden çalışmalarda Türkiye üniversiteleri, dünyada ilk 500 üniversite içine bile giremedi. 500 ile 1000 üniversite arasına ise sadece dokuz üniversite yer alabildi. Bundan daha önemli olanı ise, Türkiye’de son yıllarda yaşanan Covid 19 pandemisi, Maraş depremleri, Cudi ve Akbelen ormanları başta olmak üzere doğa katliamları ve büyük sosyal yıkıma neden olan ekonomik ve siyasal çürümeye karşı üniversitelerden toplumun genel çıkarlarını savunan hiçbir ses çıkmadı!
Ne yazık ki (Boğaziçi Üniversitesi dışında) üniversitelerden akademik ve yönetsel özerkliğin ayaklar altına alınmasına karşı neredeyse bir tepki yükselmedi. Sermayenin, siyasi iktidarın ve cemaatlerin üniversite/akademi üzerindeki bu tepinme hali maalesef bu tepkisizlik/eylemsizlik ile kabullenilmiş oldu.