Prof. Dr. Cengiz Aktar ile Türkiye-AB ilişkilerini ve Avrupa’nın insan hakları tutumunu konuştuk:
Hüseyin K. Akçadağ
Artık iki taraf tam üyelikten söz etmiyor. Açılan açılmayan fasıllardan söz eden de yok. Varsa yoksa mülteci sorunu ve Doğu Akdeniz’de sükûnetin sağlanması. Uzak ve Ortadoğu’da savaş ve şiddet yüzünden evlerini terk etmek zorunda kalan insanlar Avrupa ülkelerinin kabusu haline geldi. Avrupa’nın refahına ve güvenliğine tehdit olarak görülüyor bu göç. Türkiye ise birkaç dolar için bu göçün Avrupa’ya vurmasını engelleyen bir bariyer görevini gönüllü yerine getiriyor. İşte bu yüzden Avrupa, Türkiye ile ilişkilerde artık insan haklarından ve hukuk devletinden söz etmekten vazgeçti. Tabii kamuoyu önünde hâlâ bu laflar ediliyor, ama eksik bir koltuğun lafı daha çok ediliyor ve daha büyük krizlere yol açıyor.
Geçtiğimiz günlerde Ankara’yı ziyaret eden iki Avrupalı liderin bu ziyareti vesilesiyle bu konular bir kez daha gündeme geldi. Biz bütün bunları Atina Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cengiz Aktar ile konuştuk. Aktar, AB’nin Türkiye’ye dair ajandasında insan hakları ve hukuk devletine dair bir başlığın bulunmadığını belirterek, mülteci sorunu ve Doğu Akdeniz’de sükûnetin sağlaması karşılığında Türkiye’deki uygulamalar ses çıkarılmadığını söylüyor. Cengiz Aktar’ın sorularımıza verdiği yanıtlar şöyle:
AB liderleri ile Ankara’da gerçekleşen görüşmeden tarafların beklentisi neydi?
Bu toplantıyı Ankara ve Berlin istedi özellikle. Türkiye’nin AB’deki hamisi, destekçisi Berlin ve Şansölye Merkel. 12 Mart’ta İstanbul’da bir kapalı toplantı yapıldı ve orada bu ziyaretin ayrıntıları konuşuldu. Bu toplantıya sadece AB kurumlarının temsilcileri değil, Almanya ve Fransa’nın çok üst düzey temsilcileri de katıldı. Baştan beri bu bir danışıklı dövüştü yani. AB kurumlarının başkanları yani komisyonun ve konseyin başkanları öyle canı gönülden gelmediler. Onlara Ankara’ya gitmeleri emredildi. Bu ziyaretin genel çerçevesi bu. Burada Almanya’nın başını çektiği Erdoğan taraftarı -mihver devletleri diyorum ben bunlara- öyle bir yapı var Avrupa’da ve bunların Erdoğan ile ilgili kendilerine göre çok mantıklı bir ajandaları var. Bir gündemleri var ve bunu uyguluyorlar 2015 yılından beri.
Bu ajanda neleri kapsıyor, biraz açar mısınız?
Bu ajanda Türkiye ne yaparsa yapsın içeride ve dışarıda görmezden gelmek. İnsan hakları ihlallerini, Suriye’de yaptıkları, Libya’daki saldırganlık, Irak’ta müdahalelerini görmezden gelmek. Uluslararası ilişkilerin kurallarına ve hukuk devletine aykırı ne yaparsa yapsın bunu görmezden gelmek ve mümkün olduğu kadar Türkiye’yi NATO dahilinde tutmak. Rusya’nın kucağına düşmesini engellemek, Avrupalı şirketlerin Türkiye’deki çıkarlarını ve yatırımların gözetmek, diasporadaki Erdoğan yanlısı bazı grupların azmalarının önüne geçmek, mülteci anlaşmasını riske sokmamak ve beşinci de Türkiye’nin mukadder infilakına benzin dökmemek. Bunu hızlandırmamak. En büyük korkuları o. Yani Türkiye’nin, Suriye çarpı on büyüklüğünde bir sorun haline gelmesini engellemek. Bunu istemiyorlar. Bu Avrupa’nın kabusu, korkulu rüyası. Ajandaları bu ve bunu hayata geçirmek için rejim ne yaparsa yapsın görmezden geliyorlar.
Bu politikanın Avrupa kamuoyunda özellikle Alman kamuoyunda bir faturası yok mu?
Bu politikanın sadece Almanya değil, Avrupa genelinde ve Türkiye kamuoyunda hiçbir karşılığı yok. Bu politikayı tasvip eden, bu politikayı olumlayan ve bunun doğru olduğunu, devam edilmesini isteyen hiçbir kamuoyu yok bölgemizde. Bu sadece hükümetlerin ve üç temel Avrupa kurumundan ikisinin uyguladığı bir politika. Bu hükümetler ile Avrupa Birliği Konseyi ve Avrupa Komisyonu’nun uyguladığı bir politika. Bu politikanın alkışlandığını, desteklendiğini söylemek mümkün değil. Almanya özelinde bakacak olursak kimileri eylül ayındaki seçimler için bilinçli bir şekilde uygulandığını söylüyor. Ben Türk seçmenin oyunun ne kadar belirleyici ve dengeleri değiştirici olduğunu bilmiyorum. Ayrıca Türk deyince hepsi AKP’yi desteklemiyor. Orada envai çeşit insan var. Zaten orada 4 milyon denilen Türkiyelinin en az bir milyonu Kürt. Onların Merkel’in politikalarını tasvip eden bir kitle olduğunu düşünmüyorum açıkçası. Dolayısı ile bu politika kısa vadeli bir politika, çok hesapçı ve çıkarcı bir politika ve uzun vadede sürdürülebilir olmayan bir politika.
Zaten Merkel’in partisi bazı eyaletlerde sert düşüşler yaşadı.
Nedeni bu mu bilmiyoruz. Türkiye politikası ile çok alakası olduğunu sanmıyorum o sert düşüşlerin. Başka nedenleri var. 1945’ten bu yana dış politika konusunda Almanya bir cücedir. Almanya’nın dış politika konularında hiçbir ağırlığı yoktur dünyada. Sadece parası vardır, yani ekonomik gücü vardır. Onu da doğru dürüst kullanmaz. Bu kadar kullanır öyle diyelim.
Artık Türkiye-AB ilişkileri Doğu Akdeniz ve mülteci göçü ekseninde mi yürüyecek?
Zaten 25-26 Mart’ta alınan son kararda -dokuz paragraflık bir karardır bu, hepsi Türkiye ile alakalı dokuz paragraf-. Fakat bu dokuz paragrafın başlığı Türkiye değil. Başlık Doğu Akdeniz. Avrupa’nın, AB kurumlarının Türkiye diye bir gündemi yok bile. Doğu Akdeniz gündemi var. Öyle demek lazım. Böyle durumlarda kelimeler çok önemlidir.
Peki bu insan hakları, demokrasi söylemleri AB-Türkiye ilişkilerinde hep kozmetik mi kalacak?
Kozmetik bile değil. Avrupa’nın umuru değil. Selahattin Demirtaş’ın hapiste olması, Osman Kavala’nın, Ahmet Altan’ın hapiste olması. On binlerce Türkiyelinin, KHK’linin, HDP’linin hapiste olması, insanların zulüm, yoksunluk, yoksulluk ve salgınla boğuşuyor olması, başlarında ceberut bir rejim olması falan Avrupa’nın umurunda değil.
O zaman AİHM kararlarının uygulanmasında da ısrarcı olmayacak.
Tabii olmayacak. Ve bu politika yeni de değil. 2015 yılının sonunda itibaren bu politika uygulanıyor, gayet bilinçli bir şekilde. Buraya kadar geldi. Fakat bu politikanın herhangi bir getirisi yok. Bir başarısı da yok. Mülteci anlaşmasının yenilenmesinin dışında hiçbir şey yok. Yani ekonomik ilişkiler de artmıyor, bırakalım hukuk devletini, insan haklarında da başka bir şey olmuyor. Türkiye, Avrupa’nın Yeşil Anlaşma dediği onun da içinde değil. Araştırma geliştirme programlarının çok uzağında. Türkiye’yi yönetmeye çalışan rejim bilinçli bir şekilde Batı’sızlaştırıyor Türkiye’yi, bu şekilde Avrupa’dan mümkün olduğu kadar uzaklaşmasını istiyor ve ona çalışıyor. Bunu görmek lazım.
Emekli amirallerin gözaltına alınması Türkiye’nin Avrasya ekseninden uzaklaşması, Batı’ya yaklaşması diye yorumlandı siz bu yorum katılır mısınız?
Türkiye’nin kendi içinde yapacağı temizlik hareketleri ile Batı’ya yaklaşacağını söylemek mümkün değil. Türkiye’nin önünde NATO, S-400 denilen nur topu gibi bir sorun var. Karadan havaya fırlatılan Rus füzelerini satın alınmış olması. Bu sorunun çözülmesi gerekir. Yoksa emekli subayların tasfiyesi kesmez.
Beştepe’de yaşanan sandalye krizinin anlamı neydi sizce?
Ankara, Brüksel’in protokolünü uyguladığını söylüyor ki bana makul geliyor. Yalnız toplantının yapıldığı salonlara Avrupalı heyetler toplantı öncesi girip bakamamışlar, engellenmişler. O iki sandalyeyi görebilselerdi, muhtemelen Ankaralı muhataplarına bir üçüncü sandalye getirmeleri gerektiğini söylerlerdi. Dolayısı ile burada kolektif bir fiyasko var. Öyle diyeyim.
Bütün bunları göz önünde bulundurduğumuz zaman, eskiden beri demokrasinin beşiği sayılan Avrupa Birliği de mi bir dönüşüm geçiriyor?
Avrupa Birliği’nin kendi derdi ile uğraşmaktan başka tarafa bakacak hali kalmadı. AB kurumları içinde görüyoruz bu zaafı ve bu ataleti. Ama diğer Avrupa kurumları öyle değil. Onların sesleri çok daha yüksek perdeden duyuluyor. Strazburg’daki Avrupa Konseyi’nden bahsediyorum. İşte Mahkemesi ile İşkenceyi Önleme Komitesi ile Yolsuzluğu Önleme Komitesi ile İnsan Hakları Komiserliği’yle çok daha öne çıkıyor, aslında Avrupa Birliği’nin havlu attığı konularda. Önemli bir dönüşüm bu. Çünkü Avrupa Konseyi her zaman Avrupa Birliği’ne kıyasla küçümsenir. Bir alt kademe kurum gibi görülürdü, halbuki artık AB’nin insan hakları konusunda söyleyeceği bir laf kalmayınca, Avrupa Konseyi ve kurumları öne çıkar oldu bu önemli bir gelişme.
Peki, bu neye yol açar? AB’nin insan hakları konusunda daha duyarlı olmasına yol açar mı?
Hiç sanmam. AB’nin bu konularda artık hiçbir iddiası kalmadı. Öyle günü kurtarıyorlar. Dediğim gibi Türkiye ile ilgili korkuları var. Saydım onları. O kadar. Tabii burada temel bir sorun var aslında Türkiye-AB ilişkilerine baktığımızda. Bunun altının çizilmesi gerekiyor. Demokratik ülkeler, yöneticilerin hesap vermek zorunda olduğu ülkeler, denge ve denetleme sistemlerinin hakim olduğu ülkeler. Bunlarla bu saydığım özelliklerin hiçbirinin olmadığı gayri demokratik ülkeler arasından bir diyalog mümkün değil. İmkansızdır hatta. Bu Türkiye ve Rusya için geçerli özellikle. Avrupa’nın doğusundaki iki büyük komşu için geçerli. Avrupa ülkelerinin -sonuçta bunlar demokratik ülkeler- bu gayri demokratik ülkelerle bir ortak dil bulması neredeyse imkansızdır. Çünkü bu ülkeler genellikle tek adamlar tarafından yönetilirler. İşte bir tarafta Putin, bir tarafta Erdoğan. Bunlar kimseye hesap vermez, o toplumlarda hiçbir denge ve denetleme mekanizması yoktur. Dolayısı ile kafalarına göre iş yaparlar. Bu insanlarla ortak bir dil bulmanın, diyalog kurmanın, meseleleri konuşarak çözmenin imkanı yoktur. Günümüzdeki en büyük açmazlardan bir bu. Bunu her gün yaşıyoruz, her konuda yaşıyoruz. Özellikle Rusya ve Türkiye özelinde, tabii başka ülkeler de var ama bu iki ülke Avrupa’da olduğu için ve her ikisi de gayet saldırgan ülkeler olduğu için Avrupa ne yapacağını bilemiyor.
Adam gerçeği söylemiş
İtalya Başbakanı hem Erdoğan’ı diktatör olarak niteledi hem de ihtiyacımız var işbirliği yapmalıyız dedi. Bu sözünü ettiğiniz şaşkınlığın bir sonucu mu?
Avrupalı yöneticilerin Merkel de dahil olmak üzere düşündükleri ama yüksek sesle dillendirmedikleri bir şeyi küt diye söyledi Draghi. Bunun üzerine birtakım projelerden İtalyanları çıkarmak gibi hamleler var ama, bunun bir yere varacağı kanaatinde değilim. Çünkü Türkiye harıl harıl silah alıyor İtalya’dan. Bu silahları hem içeriden hem dışarıdan kullanıyor. Dolayısı ile Türkiye’nin İtalya’dan çok önemli bir çıkarı var. Ben bu boykot tutumunun çok süreceğini sanmıyorum.
Herhalde kamuoyu unutana kadar sürer.
Kamuoyunun derdi başından aşmış. İnsanlar hayatta kalma mücadelesi veriyor. İtalya ile mi uğraşacaklar! Bir de adam gerçeği söylemiş, bunun üzerine konuşacak şey yok daha fazla. Kamuoyunun çoğunluğu da aynı şeyi düşünüyor.