Sedat Yılmaz/MA
Ölüm orucu, açlık grevleri ve Suriye başta olmak üzere Kürtlerin öncelikli gündemlerinin dışına çıkmak ya da enerjilerini kısır bir tartışmaya yönlendirme niyetinde değilim. Hele hele çocuklarının yaşamı için her gününü sokakta geçiren annelerin eylemi sırasında başka şeyleri ele almak ağır geliyor. Ancak yerel seçimler sonrası HDP’nin kayyumlardan devraldığı belediyelerle ilgili bazı gelişmeleri konuşmak, tam da oluşan dinamiklere karşı yeni stratejiler geliştirmek gerekliliğinden dolayı, kaçınılmaz bir gündem olarak önümüzde duruyor.
31 Mart sonrası
Kayyum atamaları sonrası HDP çevresinde gerçekleştirilen utangaç özeleştiriler arasında en çok “merkezileşme ve bürokratik anlayış” dile getirildi ve “nerede hata yaptık?” sorusuna cevaplar arandı. Ne var ki bu yazının amacı bu tartışmaya geri dönmek değil. Evet, doğru, seçim öncesi hazırlanan “kayyum raporu” ve seçim sonrası kısmî, tekil ve “medyatik” teşhirin dışında esaslı bir “hasar tespit raporu” hala kamuoyunun beklentileri arasındadır. Ancak bu da başka bir yazının konusu olsun.
Seçim sonrası devlet kaynaklı baskıların ele alınış şekli geçmişteki “sorun ve açmazların” dışına çıkamıyor. Alınmış olması gereken derslerin ise alınmamış olduğu görünüyor. İki buçuk yılda borç batağına sürüklenmiş belediyelerin kapılarına İçişleri Bakanlığı’nın talimatıyla X-Ray cihazları ve polis kulübelerinin konulması parça parça yayılıyor. Devletin bu baskıcı aygıtları göstere göstere toplum ve belediyelerin arasına yerleştirilerek belli ki Cizre, Nusaybin, Silopi ve Sur gibi yerle bir edilen kentlerin küllerden yeniden var ettiği psikolojik üstünlük ve umut bir kere daha imhâ edilmek istenmektedir.
Bismil Belediyesi binasının karakola devri, Kayapınar Belediyesi’nin eski binasının TÜRGEV’e devredilmesi, Cizre Belediyesi binasının kaymakamlığa devredilmesi örneklerinde görüldüğü gibi belediyelere ait şirket, kültür ve sanat merkezleri ve diğer gayrimenkullerin İçişleri ve Savunma Bakanlıklarına ve özellikle Türk-İslam sentezini yayan Diyanet İşleri ve Milli Eğitim Bakanlığına devredilmesi salt iktisadi bir ilksel birikim süreci olarak değerlendirilemez. Bu yapılanlar Kürt halkının siyasi iradesine karşı yürütülen psikolojik bir operasyonun yöntemlerinden biri olarak ayrıca bir araştırma ve tez konusu olarak çalışılmayı hak ediyor.
Suyu kesmek!
HDP belediyelerini çıkmaza sokma, çalıştırmama, bıkkınlık yaratma ve halkla karşı karşıya getirme stratejisi olarak okunması gereken bu sürecin en son aşaması Kars Belediyesinde görüldüğü gibi alacaklıların seçim sonrası haciz marifetiyle kapıya dayanması oldu.
Aslında bu son konu “şirket devlet”in beslediği yandaşlarla ilgilidir. 2015 yılında DEDAŞ üzerinden Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin elektriğini keserek, kenti susuz bırakma ve halkı cezalandırma politikası bu kez Mardin’de sahneleniyor. Kayyumdan kalan borçlar gerekçe gösterilerek Ramazan ayında bile kent günlerce susuz bırakılıyor. Oysa Batman’ın Beşiri ilçesinde daha geçen yıl (13 Eylül 2018) belediyenin borcu olduğundan dolayı içme suyu pompa istasyonunun elektriğini kesen aynı DEDAŞ’ın kapısına bir saat sonra kilit vurulmuştu. Bunu da iktidarı elinde tutan gücün, adalet üzerindeki hakimiyeti ve bu şirketin siyasi iradeye olan diyeti olarak bir kenara yazalım.
Bugün eleştirmek
Buraya kadar, tek kişide toplanmış merkezi iktidarın yerel üzerindeki baskı politikasının belki de binde birini yansıttık. Haliyle “Hırsızın hiç mi suçu yok” meselesini bir kenara bırakıp bu politikalara karşı HDP’nin refleksi, yaklaşımı ve politikalarını da “dost acı söyler” deyimini anımsatarak eleştirmek gerekiyor. Zira bugün eleştirilmeyen, eleştirilmeyecek HDP geçmişte kısık bir sesle dile getirdiği “merkezileşme, bürokratikleşme” sorunsalı ve çıkmazına yeniden girecektir.
Peki, ne, nasıl yapılacak? Elbette partinin üyeleri, yöneticileri, kadroları ve uzmanları bu konuları benden daha çok konuşuyor, tartışıyordur. Ben ancak uzun yıllardır Kürt sorunu ve etrafındaki sorunları takip eden bir gazeteci ve seçmen olarak kendi gözlemlerime dayanarak önerilerde bulunabilirim.
X-Raylı binaların dışına çıkmak
O halde, X-Ray cihazlarından başlayalım. İçişleri Bakanlığı kaybettiği psikolojik üstünlüğü yakalamak için belediye eşbaşkanlarını ve kadrolarını içeriye tıkayıp, “gözüm sizin üzerinizde” mesajı vermek istiyorsa (ki daha çok ve ağır şeyler var) buna karşı yapılacak en doğru strateji her gün mesaiye bu binaların dışına çıkıp, bir mahallenin bakkalından, kafesinden ya da bir evinden başlamak olmalıdır. Ayrıca HDP’ye bir özeleştiri kalemi önerisi olarak şunu not düşelim: Surların dibine kentin mimarisine aykırı büyük binalar dikip, kapısına X-Ray cihazı ve güvenlik koyarak Sur’un çocuklarını o kapılardan geçmek zorunda bırakanlar bizzat HDP’li belediyelerde değil miydi? Ve hala kapısında X-Ray cihazı bulunan belediye eşbaşkanları işe buradan başlayamaz mı?
Saray tarzı binalar
Belediye binaları devredilmiş, kültür merkezleri bağışlanmış… Evet, bunlar önemli kuşatma yöntemleri ama bu yöntemlere karşı korunmasız kalmış olmanın vebali biraz da HDP’li belediyelerde değil mi? İşsizlik ve yoksulluğun diz boyu olduğu, eğitim ve sağlık gibi sorunları olan sıkıntılı bir coğrafyanın belediye yönetimleri olarak neden “Saray” tarzı (Diyarbakır Yenişehir ve Kayapınar belediyeleri buna örnek) binalar dikildi? Eski binalar neye, kime yetmiyordu? Devletin ne olduğunu her Türk yurttaştan daha iyi bilenler olarak belediyelerin aynı zamanda bir devlet kurumu olduğu bilinmiyor mu? Ya da “az devlet, çok demokrasi” paradigmasının hala yabancısı mıyız? Eğer mümkünse mevcut binaları, fazla gayrimenkulü, araç ve gereçleri satıp, alınacak arazilerle binlerce yoksula iş-ekmek kapısı açılabilir. Böylece, “Yeniden kayyum atarım haa!” diye hissettirilen Demokles’in kılıcı geldiğinde devredecek lüks bir bina veya “saray” olmaz!
‘Koltuksuz’ olmak
Seçim sonrası alacaklılar kapıya dayanıp, eşbaşkanların koltukları haciz ediliyorsa bunun için üzülmeye değmez. Merkezi iktidar aslında bilmeyerek büyük bir iyilik yapıyor HDP’ye; halka ve seçmene daha yakın olmanın yolunu hatırlatıyor. Şöyle bir gelenek başlatılsa mesela, demokrasinin gereği belediye kaybedilse bile devredecek bir koltuk olmasın. Güç ve iktidar anlayışını bertaraf etmek için ortaya konulmuş “eşbaşkanlık” sistemini iki ayrı odaya hapsetme yerine kayyumun duvarlarına vurulan o balyozlar gibi bariyersiz, kapısız, güvenliksiz, aracısız halkla buluşma mekanları tasarlanmalı. Bu konuda daha yaratıcı çözümler de bulunabilir.
Güneş, rüzgar, su ya me ye!
Belediyelerin elektriğini mi kesiyorlar! O halde Mezopotamya’nın güneşinden faydalanacak çözümler üzerine kafa yormanın zamanı değil mi? Su pompalarını çalıştıracak kadar “Güneş, rüzgar, su ya me ye!” diyemez miyiz?
Sonuç olarak; bağımlılığı azaltacak, sınıfsal gerilimleri en aza indirgeyecek, yoksullukla ve işsizlikle mücadele edecek, bürokratik yapıyı demokratikleştirecek bir yerel demokrasiyi savunanlar olarak, merkezileşmiş kastları ortadan kaldırarak, yetkiyi küçük birimlere kadar devrederek “kaybettiklerimizi” yeniden inşa edebiliriz. “Daha az kapitalizm daha çok demokrasi” için “demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü paradigma” yeterli değil midir?