“Bu dönemin güçlüklerini halkımla paylaşmazsam, savaştan sonra Almanya’da Hıristiyan yaşamının yeniden kuruluşuna katılma hakkını yitiririm.”
Alman Papaz Dietrich Bonhoeffer, New York’ta 15 gün kaldıktan sonra Amerika’ya iltica etmek yerine ülkesine dönmeyi tercih ettiğinde, bir arkadaşına böyle yazıyordu. Yıl 1939’du. 1933’te Nazilerin iktidara geldiği ilk günlerden başlayarak rejime, özellikle de Yahudi düşmanlığına karşı çıkan Bonhoeffer, bir direniş odağı haline gelen İtiraf Kilisesi’nin (Bekennende Kirche) sözcüsüydü. Bedeli çok ağır oldu. 5 Nisan 1943’te tutuklandı; uzun süre toplama kampında tutulduktan sonra da idam edildi.
İtiraf Kilisesi’nin bir başka kurucusu olan Martin Niemöller, biraz daha şanslıydı. En son kaldığı toplama kampından sağ çıktı. Önceleri inanmış bir Nazi sempatizanı olan Niemöller, sonradan Hitler karşıtı harekete katılmıştı ama kendisinin de itiraf edeceği gibi Yahudi kıyımına karşı ciddi bir tepki göstermemişti. Sadece onlar değil ama. Nazi rejiminde birçok Katolik ve Protestan din adamı, ırkçılığa karşı çıkmış ve SS tarafından öldürülen Berlin Katolik Hareketi’nin lideri Erich Klausener gibileri bu uğurda bedel ödemişti.
Dini kullanmak…
Ancak Alman Hristiyan hareketinin çoğunluğu bu konuda berbat bir sınav verdi. Daha 1928’de Piskopos Otto Dibelius, Yahudilerin temizlenmesi gerektiğini savunmaya başlamıştı bile. Aslında din Hitler’in hiçbir zaman umurunda olmamıştı. Katolik olarak kayda geçmiş olsa da çoğu zaman papazları “kara böcekler” diye aşağıladığına tanık olundu ve eğer kiliseye önem verdiyse, bu, sadece onu kendi amaçlarına hizmet ettirmek içindi. Kısa zamanda Naziler, kilisenin tepe noktalarına hâkim olmaya başladılar. Deutsch Christen (Alman Hristiyanları) hareketi adı altında örgütlenen Nazi papazlar güç kazanırken, kiliselerin büyükleri çoğu kez korku nedeniyle bu yükselişe sessiz kaldılar.
Sahte ‘Mesih’ olarak Hitler!
1933’te Hitler’in tutkulu hayranı bir Nazi olan Ludwig Müller, bir tür “Diyanet İşleri Başkanı” olarak (Reichbishop) seçildiğinde artık işler olacağına varmıştı. Nazi parti programındaki şu cümleler neyin ne olduğunu gösteriyordu: “Devletin varlığını tehlikeye atmadığı veya Germen ırkının ahlaki düşünceleriyle çatışmadığı sürece, bütün dini güçlerin özgürlüğünü talep ediyoruz.” Müller’in 1934’teki “Alman Dininin Yirmi Beş Noktası” yazısında ise işler daha ileri gidiyor ve Müller, İncil’in bir bölümünün ve Tevrat’ın tamamının “Alman halkına uygun olmadığını” ilan ederken, “Mesih’in bir Yahudi değil, dünyayı Yahudi etkisinden kurtarmış ‘Nordik’ (İskandinav) bir savaşçı olduğunu” iddia ediyordu. Müller, ayrıca Adolf Hitler’in de dünyayı Yahudilerden kurtarmak için dünyaya gönderilen yeni bir Mesih olduğunu da söylüyordu. Olağan koşullarda kiliseyi ayağa kaldıracak bütün bu saçmalıklar, Alman kiliseleri tarafından ciddi bir itiraz görmedi. Böylece direnişçi unsurlar dışındaki kilisenin ana gövdesi, Nazi cinayetlerinin suç ortağı olmayı kabullendi.
Teslim olmanın sonu yok
Aynı kilise, 1938’de Kristallnacht boyunca Yahudiler katledilerek mallarına el konulduğunda da bir tepki gösteremedi. Politik iktidarı ele geçirerek herkesi susturan Nazi diktatörlüğü, artık ruhani dünyayada hâkim olmaya başlamıştı. İtiraf Kilisesi ve benzeri hareketler bastırılmış ve sözcüleri çoktan toplama kamplarına gönderilmişti. Bu arada Naziler, kendi içlerinde de bir temizlik yaparak daha ‘dinsiz’ eğilim gösteren SA’ları tasfiye etmiş, dinin reddedilmesi yerine kendi çıkarlarına uygun şekilde ‘kullanılması’nın önemini anlamıştı. Artık ‘üstün ırkın Yahudilerle evlenmesini’ yasaklayan kanunlar kilise tarafından da onaylanıyor, din adamları sık sık askeri birlikleri ziyaret ederek onları kutsuyor ve hep birlikte Nazi işaretini yapıyorlardı. Devlet papazı Müller, “Hayırseverlik, refah ve merhamet eylemleri ile dinin dişileştiğini” iddia ederek bunun Alman savaşçı ruhunu zayıflattığını söylüyor, “barışçılığın Tanrı’ya küfür anlamına geldiğini” ısrarla vurguluyordu.
Sonuç, biliniyor. Hitler’in ömrü bir sığınakta son bulurken, Müller de kısa bir süre sonra intihar etti. Ama böylece ‘dini kullanmak’ diktatörlerin ajandasından çıkmış olmadı. O günden önce ve sonra ve şimdi dünyanın bütün diktatörleri, kilise ya da cami fark etmeksizin dini kullanarak kendini meşrulaştırmaya, hatta mümkünse eğer kendini peygamber/halife ilan ettirmeye hevesli oldular. Yine de sonları hayırlı olmadı ama. Devlet papazları ya da imamlarınınki de öyle…
Arif MOSTARLI