Dünya Esad rejiminin zindanlarını tartışırken Diyarbakır 5 No’lu işkence merkezinin tanığı Ahmet Candan anlatıyor: ‘Sabahtan akşama kadar ayakta marş. Ekmek yok, düşüyoruz yere, kalkıyoruz. Su yok. Su bile bir işkence aracı…’
Reyhan Hacıoğlu
Bütün baskıcı rejimlerin kendileri için inşa ettikleri kaleleri korumak için birer işkence merkezi de olmuştur tarih boyunca. İşte o işkence merkezleri insanlık suçlarının en ağırının işlendiği yerler. Bugünlerde herkes Esad rejiminin binlerce insanı katlettiği, işkenceden geçirdiği Sednaya Cezaevi’ni konuşuyor. Ama bu görüntüler ne ilk ne tek dünyada. Türkiye tarihi de cezaevlerinde yaşanan katliam ve işkencelerle dolu.
“Hayata Dönüş Operasyonu” adı verilen 30 tutsağın katledildiği, yüzlercesinin yaralandığı, sakat bırakıldığı operasyonun yıldönümünü (19 Aralık 2000) geride bıraktık. İnsanlık onuruna aykırı bir uygulama olan F Tipi Cezaevleri ‘ne karşı devrimci tutsakların başlattığı açlık grevi ve ölüm oruçlarına karşı girişilen katliam, bu ülkenin cezaevlerinde yaşananların sadece bir örneğiydi.
Bir de önceki yıllar da yaşananlar vardı tabi. The Times gazetesinin “Dünyanın en kötü şöhretli 10 cezaevi” arasında sıraladığı Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi gibi. Bu cezaevinde 1981-1984 yılları arasında 34 kişi işkence ile katledildi. Uygulanan ağır işkencelerden dolayı çok sayıda insan akli dengesini yitirdi, onlarca kişi sakat kaldı. Elektrikle işkence, falaka, kaba dayak, lağım çukuruna atma, dışkı yedirme, copla tecavüz uygulanan işkencelerden sadece bazılarıydı.
İşkence tanığı anlatıyor
Dünya Esad rejimini tartışırken bizler de başka bir insanlık suçu merkezini hatırlatmak istedik. Diyarbakır 5 No’lu işkence merkezinin tanığı Ahmet Candan o günleri anlattı:
Sermaye sınırları aştı
Yaşadıklarımızı anlamak için biraz öncesini anlatmak lazım. Yaşadığımız dünya kapitalist bir dünya, bundan 50 yıl önce bloklar vardı, bugün ise uluslararası sermayenin dünyayı hâkimiyeti altına almak için müthiş bir mücadelenin içine girdiği bir süreç yaşıyoruz.
Bedeli halklar ödedi
Tabi kendi çıkarını için bunu yaparken bedelini mazlum halklar ödüyor. 60’lardan sonra tekelleşen sermaye devlet sınırlarını aştı ve nerdeyse dünyanın her köşesine gitti. Bunun da olumlu ve olumsuz etkileri oldu. Her ne kadar yayılmaya giderken olumsuzluklar çok olsa da örneğin kurduğu fabrikalarda insanlar çalıştı ve çocuklarını okullara gönderdi.
Yoksul halk çocuklarıydık
Ve dikkat edin öğrenci olayları diyorlar ya hepsi yoksul halk çocukları. Okullara gidince dünyayı biraz tanımaya başladılar. Ve devrimci gençlik oralarda başladı. Halk dilinde talebe diyorlardı. İtiraz ettiler, mücadelenin içine girdiler. Bu durum hem bütün dünyayı hem de Ortadoğu’yu etkiledi.
‘Dalga kıran’ üretildi
Yani dünyada bir devrimci hareket seli başladı. Tabi uluslararası, emperyalist güçler bunu bir tehlike olarak gördü ve frenlemek istedi. Bütün bunların yanı sıra Ortadoğu’da çoğu Müslüman ülke bu devrimci dalgayı önlemek için “dalga kıran” denilen dini hareketlerle devrimci dalgayı kırmayı amaçladılar.
Darbeye zemin hazırlandı
Türkiye’nin yapısı tabi farklıydı, daha seküler ve laik bir İtaat Terakki geleneği, askeri bir durum vardı. Türkiye’de hükümet değil devlet vardı. Ve kontralar çıktı öğrencilere, devrimcilere karşı sonunda bir darbenin zeminini yaratarak darbe yaptılar.
Halk uyanmıştı
Darbenin olması ile birlikte Kürdistan’da farklı bir mücadele vardı. Artık öğrenci gençlik partileşmeye gidiyordu ve özellikle fakir halk, işçi emekçiler devrimcilere umut bağladı. Halk ozanları türküler söylüyordu. Sonra bu umuda karşı “dalga kıranı” devreye sokmaya çalıştılar. O zaman Kürdistan’da gençlik uyanmıştı. Anadolu kesiminde kırka yakın örgüt kurulmuştu. Kürdistan’da da on üçe yakın örgüt kurulmuştu.
PKK ayakta kaldı
Askeri darbe geldikten sonra hepsini yerle bir etti. Bir PKK mücadeleyle ayakta kaldı. Ondan sonra silahlı mücadele başladı. Ve şimdi içinde bulunduğumuz durum kırk yıla yakın bir savaş. Türk halkı ile Kürt halkı arasında hiçbir sorun yok, devletin sorunu var. Devlet mükemmel bir çete ve bunu yaparken halkı sömürerek yapıyor.
Biz daha farklı uygulamaya tabi kaldık
Bu ülkede çok ağır şeyler yaşandı. Bütün Türkiye’de cezaevlerindekiler işkenceye maruz kaldı. Fakat biz Kürdistan’daki, Diyarbakır Cezaevi’ndekiler çok daha farklı bir uygulamaya tabi tutulduk. Öyle bir durum ki artık insan düşünemiyor. Aç bırakıyor. Susuz bırakıyor. Havasız bırakılıyorsun. Hava almak için sıraya giriyoruz, düşün. Pencereyle oynamıştık, öyle biraz hava alabiliyorduk. Ona dahi işkence ile karşılık veriliyor.
Sabahtan akşama kadar marş
Yediğimiz dayak, yapılan işkenceler, desen ‘Hangi işkence yapılmadı?’ daha doğru bir soru olur. Çünkü az bir şey kalmıştı yapılmayan. Sabahtan akşama kadar ayakta marş. Ekmek yok, düşüyoruz yere, kalkıyoruz. Su yok. Termosa su saklamışız. Bir bardak su verdiğimiz zaman kendine geliyor işkenceye uğrayan. Öyle bir durum.
Bit dolmuştuk
Yıkama yoktu. Bit doluyduk. Mesela bizim kaldığımız koğuşta bir yıla yakın banyo yapamadık. Hatırlıyorum gardiyan geldi dedi sizi banyoya çıkaracağız. Hesap etti, dedi sizinki bir yıl olmuş.
24 saat işkence
Banyonun içinde yapılmayan işkence kalmadı. Ondan sonra çıkın dışarı, dediler. Köpüklü yüzümüzle. Üç dört tane arkadaş düştü. Kimisi kolundan sakat oldu, kimisi ayağından. Bizi sözüm ona banyoya götürüyorlardı. Bir koğuşta otuz kişi ise en az on beşi hastaydı. Onlara da bakıyoruz. Sabahtan akşama kadar marş söylüyoruz. Yirmi dört saat işkence.
Kıbrıs ekibi vardı
Hatırlıyorum Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran’ın Kıbrıs ekibi vardı. Kıbrıs’ta yetişenlerin de bir özelliği vardı. Hep düşman algısı vardı onlarda. Orada Rumları düşman görmüş. Getirmiş burada Kürtleri düşman olarak görüyor. Devrimcileri, Kürtleri katliamdan geçiriyor.
Mesela o dönemde PKK’nin önder kadrolar vardı. Bütün hemen hemen sol grupların da önderleri vardı. Hepsini özel yöntemlerle pişmanlığa sevk etmek, itirafçılaştırmaya çalıştılar.
Çok şey yaşadık
Pislik yedirdiler. Çok af buyurun. Getiriyordu copu çıkarıyor, yıkayın diyor. Utanıyorduk artık…33. koğuştaydık Ferhat arkadaş, Mahmut, Eşref, Necmi arkadaşlar vardı. Necmi arkadaş zaten koğuş sorumlusuydu. Onlar da bakıyor böyle giderse herkes ölecek, yani beyin olarak ölecek.
Listeler çıkarmışlardı
“Ölümün en zoru nedir? Biz bunlara bir cevap vermek zorundayız” diyorlar. Hatta ben sonradan duydum listeler çıkarılmış dörder dörder kendilerini yakacaklar. İnanıyorum yaparlardı da…
İhanet etme!
Günlerce biriktirmişler, nefttir, kâğıttır bir araya getirmişler. Çatı katıydı, yüz elliye yakın arkadaş vardı. Ateşe verince, ateş ateş değildi. Cehennem ateşi gibiydi. Yani öyle sıradan bir ateş değildi. Neftlerle, boyalarla pekiştirilmişti. Tabii bizim de en normal olarak yapabileceğimiz şey su dökmekti. Birisi ateşin içindedir sen fedakârlık yapıyorsun, su döküyorsun. O ateşin içindeki sana ne diyor biliyor musun? “İhanet etme!” Hala aklıma geliyor. Yaşamaya utanıyorum…
‘Şafak yakın’ dedi!
Bir gün, ben de bir şey kalmamıştı insan olmaya dair. Heval Eşref “Şafak yakın,” dedi bana. Ben bir türlü anlamadım nasıl olacak. Bu cehennemden nasıl çıkacak şafak. Kendi kendime diyordum ki kurtuluş yok. Sonra işte bu olaylar oldu. O süreçte ise cezaevinde, herkes itiraf edecek diyorlar. Ona göre devlet de sizi affedecek, cezanızı indireceğiz, diyorlardı.
Birbirlerinin omzundan tutmuşlardı
Bazıları diyordu ki bizim yaptığımız herhangi bir şey yok. “Oğlum söylemeyin biz yapmadık diye. Söyleyin babamla yaptık. Annemle yaptık. Kardeşimle yaptık” diyorlardı. Tabii bu olaylar olurken cezaevinde sloganlar atıldı. Cezaevi tedirgin oldu. Sloganlar atılırken, biz de onları çıkarmaya çalıştık. Böyle birbirlerinin boynunu tutmuşlar. Hepsinin yüzü yanmış. Dişler görünüyor… Hepsinin kucağında bir şeyler var kendilerini tutuşturdukları. Sonra hastaneye götürdüler hepsini. Hepsi orada şehadete ulaştı.
O yöntemi bir daha denemediler
Heval Eşref’in dediği gibi sabah 4 buçuk 5 gibiydi eylemleri. Gerçekten de şafak vaktiydi… Sloganlarla birlikte baktık cezaevinde hareketlenme başladı. O “itirafları” yazanlar da yırtıp attı ve bir daha böyle bir yönteme başvurmadılar. Sonra yavaş yavaş gerilemeye başladılar.
Üç gün suda yatırdılar
Üç gün, üç gece bizi koğuşta suyun içine koymuşlardı. Mazgalı açık bırakıyorlardı. Herkes sırt üstü suyun içinde, düşünün, kafanızı kaldıramıyorsunuz. Duymuşlar dörder dörder kendini yakacaklar diye. Suyun içinde bekletiyorlardı. Siz ıslak olduğunuz için kendinizi yakamazsınız, diyorlardı.
Şafak oldular
Havalê Eşref’in dediği o sözü gerçekten ben o gün anlamamıştım. Şafağı doğurdunuz. Şafak oydu. O insanları o eziyetten kurtardınız. Şerefi, namusu kurtarmaya neden oldunuz. Sizi unutmayacağız. Sizi sonuna kadar yaşatacağız.
Elektrik için birbirlerine girdiler
İnsan bazı şeyleri söyleyemiyor… Bol bol dayak. Çıkarıyorlardı, elektriğe veriyorlardı. Hatta bazı askerler vardı acemiydi. Bizi elektriğe verirken birbirine girdiler. Dedi sen yakarsın. Yani her gelen bizi çıkarıp elektriğe veriyordu. Birinci kat pislik dolmuştu, bizi onun içine atıyorlardı. Orada susuz, aç kalıyorsun. Yüzleriniz yemyeşil. O suyu içiyorsunuz.
Sonu ölüm olacaktı biliyordum
Bir gün beni mahkemeye götürüyorlardı. Hücreden kimse gelmedi. Ben tek gittim. Orada marşlar söylüyorlardı. Sabahtan akşama kadar. Ben dedim ben söylemem. Söylememin sebebi de ben hücreden gelmişim ya oradaki arkadaşlara ayıp olmasın. Ben onu derken sonunun ölüm olduğunu biliyordum. Ne olursa olsun dedim.
Dayaktan şiştim
Baktım birisi geldi, bizim o koğuş sorumlusu olan gardiyandı, arkadaşlar kendini yakmışlar ya görevine sor vermişler. Geldi dedi “Vay Ahmet Candan sensin”. Tamam, dedi bunu bana bırakın. Bir zincir getirip iki kat yaptı. Uzaktan vurdu, vurdu, vurdu. Say, dedi ben yapmadım. Ben hiçbir zaman öyle cesaret göstermiyordum ama o gün yaptım arkadaşlar için. Şiştim sonra. Şişmeseydim hayatta bir insanın dayaktan şişebileceğine inanmazdım.
Seni yolda öldüreceğim
Baktım birisi geldi kulağıma, adeta yalvardı. Dedi seni öldürecek. O zaman söyledim. O sırada bizi çıkardılar mahkemeye. Şimdi hepimiz zincirliyiz. Gardiyan bana kafayı takmıştı. Dedi buna dokunan olursa yakarım. Dedi; “Geçenlerde bir tane öldürme olayı için sen yine çıkmıştın. Bu davaya da sen çıkıyorsun. Bu sefer yine bir adam öldürmüşsen yemin ederim seni yolda öldüreceğim.”
O amcayı bir dövdü…
Neyse arabaya bindirdiler. Şoför bilerek aniden kalkış yapıyor, fren yapıyor. Arkada bir yaşlı adam da bana çarptı. Bu gardiyan o yaşlı adama bir vurdu. Hatırlıyorum. Benim yüzümden oldu, dedim. Ama yine de çok dövdü. Demiş ya bana kimse dokunmasın diye…
Yüzüm parçalandı
Götürdüler mahkemeye. Orada demir parmaklıklı bir yer var, beni aldı oraya soktu. Şimdi beden giriyor ama kafa girmiyor, öyle dar ve küçük bir yer. Sopa getirmiş iteliyorlar. O demir parmaklıkla duvar arasında bir baktım ayaklarım havada kaldı. Yüzüm parçalandı. O hırpalanmada elbiselerimin düğmeleri hepsi düştü. Ondan sonra savcılığa çıkardı beni. Pantolon da yok. Savcı böyle baktı, baktı. Götürün bunu, dedi. Sonra gömlekte bir düğme bulup iliklediler. Meğer ben şahit olarak getirilmişim. Eğer ben o davda sanık olsaydım o gün ölürdüm… Böyle işkenceler…
Eşit yaşamak istiyoruz
Şimdiki cezaevleri de işkence merkezleri. Sadece tutuklulara, hükümlülere değil, ailelere büyük bir işkence olmuş. Diyarbakır’dan Edirne’ye göndermiş. Trabzon’a göndermiş. Hem de böyle gönderdiği yerler özellikle Kürt düşmanlığının yaratılmak istendiği yerler. Kürtler bizim kardeşlerimizdir, diyorlar. Bırak arkadaşlığı, kardeşliği. Artık yetmiyor. Feodal ümmetçi ideoloji artık yetmiyor. İnsan gibi, yurttaş gibi, vatandaş gibi, özgür, eşit duracaksın yani.
İnsan olacağız diyoruz
Biz Türk, Kürt, Arap, Farsı, Ermeni, Rum ayrımı yapmayız. Biz insan olacağız, diyoruz. Bizim hepimizin çıkarı bundadır. Düşmanlık yapmaya gerek yok. Yani Kürtlerle Türklerin olduğu bir toprakta, bu halk gerçekten diyorum bin yıl önce karar vermiş birlikte yaşamaya. Niye sen bu düşmanlığı içine sokuyorsun. Biz de zarar görürüz, siz de zarar görürsünüz.
Saddam’a ne oldu!
Kürdistan bir dünyadır. Kimsenin gücü yetmez bunu yok etmeye. İran’a bak, Irak’a bak, Suriye’ye bak, Türkiye’ye bak, her tarafta. Yani gerçekten akıl tutulması. Hani Saddam öldürdü, Humeyni öldürdü. Ne oldu? Sonu ne oldu? Saddam nerededir şimdi? İki buçuk milyon Kürdü yok edeceğim, dedi. Bugün orda on milyon var. Burada yirmi milyon, yirmi beş milyon var. Ne yapacaksın? Halka ne faydası var? Halkın çocuklarını öldürüyorsun. Oradaki (Rojava) insanları öldürüyorsun. Kardeştir, akrabadır, amcası oradadır, babası buradadır. Teyzesi oradadır, anası buradadır. Yeter gerçekten yeter. Son olarak şunu diyeyim belki son mesajım olur; insanlık için direnenleri kutluyor, insanlığa zarar verenleri de lanetliyorum…