Bugünlerde Türk basını Suriye’deki Sednaya Cezaevi’ndeki insanlık dışı haberlerle kaynıyor. Sednaya’nın nasıl bir zulüm cezaevi olduğunu anlatıyor ancak kimse dönüp Türkiye’deki Sednaya’lara bakmıyor
Selman Çiçek
Türkiye ve Kürdistan’ın iç içe geçmiş, savaş ve direniş dolu tarihinin en önemli mekanlarından biri de cezaevleri olmuştur. Türkiye’nin darbeler tarihi ile birlikte cezaevleri de hep zulmün mekanları olmuştur. Türkiye’deki iktidarlar, toplumu etki alanına almak için zindanları hep bir laboratuvar olarak kullanmıştır. Tutsakların iradesini teslim almak maksadıyla zindanlarda akıl almaz işkenceler devreye konulmuştur. Bugünlerde Türk medyası, Esad rejiminin yıkılması sonrası Şam’daki Sednaya Cezaevi’ndeki işkence uygulamalarını diline dolamış durumda. Oysa Türkiye’de Sednaya’yı aratmayan cezaevleri olduğu gibi daha beter uygulamalar da söz konusu.
Amed zindanı
Birer işkencehaneye döndürülen zindanlardan biri Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi. AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın
“Ahh, şu Diyarbakır Cezaevi’nin dili olsa da konuşsa, ahh, 12 Eylül sonrası yaşananları anlatsa… O 5’inci koğuş dile getirip işkenceleri anlatsa” dediği Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi, devlet aklının o günden bugüne gelen mekan halidir. Devletin en vahşi yüzünün sergilendiği bu zindan, barbarlığa karşı en güçlü direnişin sergilendiği mekan da oldu. Devlet, Esat Oktay Yıldıran ve işkenceci gardiyanların şahsında temsile bürünürken Mazlum Doğan, Kemal Pir, M. Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek gibi devrimci yurtseverler öncülüğünde yükselen direniş de devletin korkulu rüyasına dönüştü.
Peki, Suriye’deki Sednaya Cezaevi’ndeki insanlık dışı uygulamaları konuştuğumuz bugünlerde Diyarbakır zindanında yaşananlar çok mu insancıldı? İngiliz Times gazetesi, 5 No’lu Cezaevi’ni 2008 yılında “Dünyanın en kötü şöhretli 10 cezaevi” arasında göstermişti. Yani Ebu Gureyb, Guatanamo ve Sednaya hapishanesinden pek bir farkı yoktu. Aynı zihniyetin ürünü idi.
İşkence merkezi
Diyarbakır Cezaevi, özellikle 1980 askeri darbesinden sonra insanlık dışı işkence ve asimilasyonun yaşandığı bir yer olarak tarihe geçti. “5 Nolu Zindan” olarak anılan bu cezaevi, Kürt siyasi tutukluların yoğun bir şekilde kaldığı bir yerdi ve burada uygulanan işkenceler, sadece fiziksel değil, aynı zamanda psikolojik ve kültürel boyutlar taşıyordu. Diyarbakır Cezaevi’nde ölüm sayısına dair farklı kaynaklarda farklı rakamlar yer almaktadır. Ancak, 1980’lerden itibaren işkence, kötü muamele ve ölümlerle ilgili tanıklıklar ve belgeler, bu dönemde birçok tutuklunun yaşamını yitirdiğini göstermektedir. Genel olarak tahmin edilen sayı, 1980’lerin başından itibaren en az 34 tutuklunun Diyarbakır Cezaevi’nde hayatını kaybettiğidir.
Cezaevinde yaşanan bazı insanlık dışı uygulamalar ise şöyle;
- Elektrik verme, tazyikli soğuk su uygulaması, falaka, dayak, asılma ve aç bırakma gibi metotlarla tutsaklara fiziksel şiddet uygulanıyordu.
- Tutsaklar, saatlerce ayakta durmaya ya da hareketsiz pozisyonda beklemeye zorlanıyordu.
- İnsan onurunu hedef alan küfür, hakaret ve aşağılamaya maruz kalındı. Dışkı yedirme bunun bir örneği idi.
- Tutsaklara zorla marş söylettirme veya Türkçe dışındaki dillerde konuşma yasaklandı. Duvarlara ‘Türkçe konuş çok konuş’ yazısı yazıldı. Görüşlerde Kürtçe konuşmalara izin verilmedi.
- Kürt kimliğini yok saymaya yönelik politikalarla tutsaklar, kimliklerinden uzaklaştırılmaya çalışılıyordu. Zorla İstiklal Marşı okutma ve Atatürk posterlerine selam durma gibi eylemler dayatılıyordu.
- Hem erkek hem de kadın mahkûmlar, cinsel taciz ve tecavüze maruz kaldı. Bu tür şiddet, hem bir aşağılama aracı hem de psikolojik işkence olarak kullanıldı.
Demir sopalarla öldürdüler
Zindanlarda Kürtlere dayatılan işkence sadece 80’lerde kalmadı. 90’lı yıllarda da aynı zihniyet, binlerce Kürdü zindana atarak ağır işkence ile yüz yüze bıraktı. Bunun en trajik olanı da 24 Eylül 1996 yılında yaşandı. Diyarbakır E Tipi Cezaevi’nde, 24 Eylül 1996 tarihinde 10 tutuklu, sopa ve demir çubuklarla dövülerek öldürüldü. Vahşi duygularla yapılan bu katliamda hiçbir sorumlu ceza almadı. Yargılananlar zamanaşımı ile ödüllendirildiler.
Mamak Cezaevi
Mamak Cezaevi, Türkiye tarihindeki en karanlık cezaevlerinden biri olarak bilinir ve özellikle 1980 sonrası yaşanan işkenceler ve ölümlerle tanınır. Mamak Cezaevi, Ankara’da bulunan ve özellikle 1980 askeri darbesi sonrasında sol ve devrimci ile Kürt siyasi tutuklulara yönelik uygulanan şiddetle gündeme geldi. Cezaevindeki kötü koşullar, işkenceler ve ölümler, hem Türkiye’de hem de dünya çapında büyük tepkiye yol açmış, bu dönemin insan hakları ihlalleri açısından sembol bir yer haline geldi.
Mamak Cezaevi, 1980 askeri darbesi sonrasında, darbenin ideolojik muhaliflerine yönelik yoğun bir baskı ve şiddet politikası uygulanan bir yer oldu. Cezaevinde, özellikle sol görüşlü ve Kürt hareketiyle bağlantılı tutuklulara yönelik işkenceler, sistematik hale geldi. İşkenceler arasında yer alanlar:
- Elektrik verilmesi, dövülme, falaka, asılma, tazyikli su ile zorla sorgulama, aç bırakma, gece uykusuz bırakma gibi pek çok fiziksel işkence yöntemi uygulanıyordu.
- Kimliklerini inkâr etmeye yönelik, ideolojik inançlarını terk etmeye zorlama gibi yöntemler de işkencenin bir parçasıydı.
- Cinsel şiddet, Mamak Cezaevi’nde uygulanan işkenceler arasında yer alıyordu. Hem erkeklere hem de kadınlara yönelik tecavüz, taciz ve cinsel saldırılar, cezaevindeki mahkûmlar arasında travmalara yol açmıştı.
- İşkenceler, tutukluları zorla suçlarını itiraf etmeye veya devlete karşı bağlılıklarını kanıtlamaya zorlamak amacıyla kullanılıyordu.
Mamak Cezaevi’nde 1980’lerin başlarında özellikle darbe sonrası tutuklu olan pek çok kişi, uygulanan ağır işkenceler sonucu hayatını kaybetti. Farklı kaynaklar, 1980’lerden itibaren Mamak Cezaevi’nde yaklaşık 20-30 arasında tutuklunun işkenceler ve kötü muamele nedeniyle yaşamını yitirdiğini belirtmektedir. Ancak bu sayı, sadece kayda geçen ölümleri kapsamakta olup, daha fazla ölümün gizlendiği ya da “doğal ölüm” olarak raporlandığı düşünülmektedir.
Ulucanlar ve Sağmalcılar
Tıpkı 5 No’lu gibi, tıpkı Mamak gibi Ulucanlar Cezaevi de işkencenin merkezlerinden biriydi. Cezaevinde darbe yıllarında kayda geçen 20’in üzerinde tutsak öldürüldü. Sağmalcılar Cezaevi ise, Türkiye’deki işkence merkezlerinden biri olarak tarihe geçen bir diğer cezaevi olmuştur. Sağmalcılar Cezaevi, Türkiye’nin yakın tarihinde çok sayıda işkence vakasına ev sahipliği yapmıştır.
‘Hayata Dönüş Operasyonu’
Türkiye’nin bir kara lekesi de “Hayata Dönüş Operasyonu” oldu. “Hayata Dönüş Operasyonu”, 19 Aralık 2000 tarihinde, Türkiye’nin 20 cezaevinde eşzamanlı olarak başlatıldı. Operasyon, büyük bir şiddet ve can kaybı ile sonuçlandı. 19 Aralık 2000’de, hükümetin talimatıyla, Jandarma, Özel Harekât Timleri ve polis birliklerinden oluşan özel bir operasyon birliği, cezaevlerine baskın yaptı. Operasyonun ilk hedefi, cezaevlerindeki siyasi tutukluları tecrit hapishanelerine almaktı. Operasyonda devlet, özel hareket güçleri ile koğuşlara yaptığı baskınlarda, birçok tutsak atılan yasaklı gazlar nedeni ile yaşamını yitirdi. Yaralı olarak kurtulan birçok tutsağında atılan yasaklı gazlardan dolayı vücutlarında kalıcı hasarlar oluştu.
32 tutsak yaşamını yitirdi
Hayata Dönüş Operasyonu büyük bir trajediye yol açtı. Operasyonun ardından, resmi verilere göre 32 tutuklu ve 2 gardiyan hayatını kaybetmiş, çok sayıda tutuklu ağır şekilde yaralanmıştır. Ancak, ölü sayısının daha fazla olabileceği, operasyon sırasında yaşanan işkence ve kötü muamelelerin gizlendiği yönünde iddialar bulunmaktadır.
6 kadın diri diri yakıldı
Bu vahşetin büyüklüğü tutsakların yanmış bedenlerinde görülüyordu. Vücudu tamamen yanmış kadın tutsak Birsen Kars, Bayrampaşa Cezaevi’nde çıkarılırken haykırmıştı. Bu haykırış, Türkiye’de cezaevlerinin en vahşi boyutunu gözler önüne sermişti. Birsen Kars, “6 kadını diri diri yaktılar” demişti. Bir devlet, kendi kontrolünde olan cezaevlerinde 6 kadını diri diri yakmıştı. Bu haykırışı görmeden Sednaya’ya bakmak gaflettir.
F Tipleri ve tecrit
Hayata dönüş operasyonunun ardından hayatımıza tecrit kavramı ilk kez girmeye başlamıştı. Tutsaklar, F Tipleri ile ağır bir tecrit altına alınmıştı. Tutsaklar, üç kişilik hücrelere yerleştirildi. F Tiplerinde tutsakların hukuki ve sosyal hakları ellerinden tamamen alındı. İnsanlık dışı uygulamalar devreye konuldu. Bir insanın insani özelliklerini taşıyabilmesi için günde en az dokuz kişiye temas etmesi gerekiyordu. Ancak, F Tiplerinde iki kişinin dışında kimseyle görüşmeye izin verilmedi. Tabipleri Birliği, F Tiplerine ilişkin şu değerlendirmeyi yapmıştı:
“İnsan unsuru göz ardı edilerek, konu sadece güvenlik sorunu olarak algılanmakta ve cezaevi binasından başlayarak tam bir izolasyon hedeflenmektedir. Oysa bizlere tıp biliminin öğrettiği bir konu da insanın toplumsal bir varlık olduğudur. İzolasyonunun insanı kimliksizleştirmek, ağır psişik ve fizik bozukluklar yaratmak gibi sonuçlarının olduğu bilimsel verilerle ortaya konulmuştur. Fiziksel, sosyal ve psikolojik insani gereksinimleri yok sayan izolasyon yaklaşımı ile hükümlü güven hissi, dayanışma, paylaşım gibi haklardan yoksun bırakılmaktadır.”
İmralı ve mutlak tecrit
Türkiye’deki cezaevlerini anlatırken İmralı’ya ayrı bir başlık açmak lazım. Hatta, bu başlık özel olarak incelenmesi gereken bir başlık. PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye getirilişinin ardından İmralı Cezaevi, bir labaratuvar olarak kullanılmıştır. Tutsakların iradesinin kırılmasına dönük bütün hukuk dışı uygulamalar ilk olarak bu cezaevinde uygulanmıştır. Hatta, İmralı şahsında bir toplum tecrit altına alınmıştır. İmralı tecrit politikasının 2015’ten beridir geldiği aşama yetkililerin deyimiyle “İmralı’ya gömme”, Öcalan’ın deyimiyle “mutlak tecrit”dir. “İmralı’ya gömme” veya “Mutlak tecrit”, Öcalan’ın dış dünya ve temsil ettiği politik çizgiyi benimseyen toplum ile de bağını koparma anlamına gelmektedir. Bu politikanın uygulanma biçimi, Öcalan’ın aile, avukat, ziyaretçi, mektup, faks, telgraf gibi haberleşmeler de dâhil dış dünya ile tüm bağının koparılması biçiminde uygulanmıştır. Açlık grevleri ve toplumsal tepkilerle iki kez gerçekleşen aile ve telefon görüşmesi, 2019 yılında gerçekleşen beş avukat görüşmesi, tepkileri yumuşatmaya yönelik istisnai durumlar olup, 2015 yılında uygulamaya konulan mutlak tecridin kalktığı veya yumuşatıldığı anlamına gelmez. Tersine son telefon kesintisi (25 Mart 2021), aile ziyareti ve avukat yasaklamaları da bu politikanın ısrarla sürdürüldüğünü göstermektedir.
Türkiye’nin yeni kuyu tipi cezaevleri
Türkiye cezaevlerinde gelinen son nokta ise kuyu tipi cezaevleri oldu. Günlerdir, Sednaya Cezaevi’nde kalan tutukluların, gün yüzünü görmediği propagandası yapılıyor. Peki, Türkiye’de Y ve S Tipi cezaevlerinin tutsakların gün yüzünü görmeyecek şekilde inşa edildiğini biliyor muydunuz? Tutsakların büyük kısmının tek kişilik hücrelerde çok az kısmının da üç kişilik odalarda tutulduğu bu yeni tip hapishanelerin en belirleyici özelliği, gerek mimari yapıları gerekse de gündelik uygulama rejimi ile tecrit/izolasyon koşullarını daha da ağırlaştırmasıdır. Tutsaklar günde sadece iki saat havalandırılmaya çıkarılıyor. Ve havalandırma tel örgüler ile kapalı olduğu için tutsakların neredeyse gökyüzünü görmek imkansız. Ayrıca bu cezaevlerinin mimarisi tutsakların güneşi görmeyecek şekilde inşa edildi.
Yavaş yavaş öldürüyorlar
Bu cezaevlerinde kalan tutsaklardan biri mektubunda kuyu tiplerini şu sözlerle anlattı:
“Hücrelerin havalandırmaları yok ve ağır müebbet hükümlüsü olmayan tutsaklara bile ağır müebbet koşulları uygulanıyor. Anlayacağınız, bu hapishaneler yavaş yavaş öldürmek için yapılmış. Teksiniz. Gardiyanlar artık tek başınasınız diyorlar. Öyle bir ruh haline sokup sizi zayıflatmak, direncinizi kırmak istiyorlar. Açık havaya hiç çıkamazsınız. Güneşi, bulutları, kuşları ve göğü göreyim diyemezsiniz. Belli saatlerde çıkabildiğiniz, kuyudaymışsınız hissi uyandıran bir havalandırma var sadece.”