Hegemonik bir güç, kendi kendine bunalıma düşmediği gibi yeni bir güç de hegemonik sisteme karşıt olmadan gelişemez. Ortadoğu Kültüründe ve uygarlık sisteminde, bu yönlü çok sayıda gelgitler oluşmuştur. Genelde olduğu gibi Ortadoğu’da da ulus-devletler, bunalımdan çıkışın değil bunalımın derinleşmesinin araçlarıdır. Amaçları, hegemonik ulus-devletlerin küresel istikrarını sağlamaktır. Bu da sonuçta kapitalizmin bunalımını küreselleştirir
Hegemonik Merkez ve Çevre oluşturma, tarih anlayışının izlediği temel diyalektiktir. Her hegemonik sistem, yeni bir iktidar ve üretim tekniğine dayalı olarak oluştuğundan, bu iktidar ve üretim tekniğinin eskimesiyle birlikte aşılması da kaçınılmaz olur. Yeni iktidar ve üretim teknikleri genellikle eski hegemonik merkezin, çevre ilişkileri içinde ortaya çıkar. Çevre ilişkilerinde daha güçlü iktidar teknikleri ve verimli üretim araçları, yeni güçler ortaya çıkarır. Bu yeni güçlerin, eski hegemonik güce üstünlük sağlaması, genellikle eski güçlerin kendini yenileyemeyip bunalıma düşmesiyle başlar. Bu süreç, çatışmalı geçer. Eski güçler, Merkezî İktidar Tekelini kolay kolay kaybetmek istemezler. Yeni güç merkezi ise ayakta durmak ve daha da güçlenmek istiyorsa eski merkezin yerini almak zorundadır. Bunalım zaten bu sürecin çatışmalı karakterinden doğmaktadır. Hegemonik bir güç, kendi kendine bunalıma düşmediği gibi yeni bir güç de hegemonik sisteme karşıt olmadan gelişemez. Ortadoğu Kültüründe ve uygarlık sisteminde, bu yönlü çok sayıda gelgitler oluşmuştur. Kentlerin, sınıfların ve devletlerin yükselişleri ve dağılmaları, beylikler ve imparatorlukların kuruluş ve yıkılışları, hanedanlıkların yükselip düşmeleri, hep bu Hegemonik Merkez-Çevre ilişkilerindeki bunalımlarla bağlantılı olarak gerçekleşir.
Hegemonik Güç Merkezinin nasıl oluştuğu, tarihsel diyalektiğin kilit sorusudur. Hegemonyanın oluşması, öncelikle yerel güç odaklarının oluşmasını gerektirir. Bunlar, genellikle kırsal beylikler, kabilesel ve aşiretsel hiyerarşiler ve kentsel devletçiklerdir. Yerel güç odakları oluştuktan sonra, aralarında dayandıkları artı-üründen kaynaklanan pay arttırma savaşları başlar. Payını arttırma savaşları, sınırlar meselesini ortaya çıkarır. Sınırlar, daha önceki çağların aile ve kabilelerinden kalma mülkiyet sınırlarının yerel iktidarların sınırlarına dönüşmesi anlamına gelir. Her yerel iktidar, daha da genişletilmiş aile hanedanlığı veya kabile birlikleri demektir. Ne denli büyürlerse sınırlarını da o denli büyütürler. Sonuçta sınırlar, birbirleriyle çakışır. Her sınır dahilindeki güçlerin dengesiz gelişme durumları vardır. Dengesizliği doğuran, yeni iktidar teknikleri ve verimli üretim araçlarıdır. Gücünü sürekli arttırmak, sermaye birikiminin ilkel halidir. Kapitalist sermaye, nasıl birikimini sürekli arttırmadan ayakta duramazsa, yerel iktidar güçleri de güçlerini büyütmeden ayakta duramazlar. Sınırların, boş alanlarda genişlemesi tamamlanınca, farklı güçler karşı karşıya geldiklerinde çatışma, yani bunalım dönemi kaçınılmaz olur. Kaçınılmazlık, oluşan yerel güçlerin artık-ürün büyümesi olmadan güçlerini koruyamamalarından kaynaklanmaktadır. Çünkü artan bürokrasi, çoğalan hanedanlıklar ve kabileler nedeniyle mevcut nüfus, şişmeye başlar. İktidar, büyüyen kanser hücreleri gibi diğer tüm toplumsal alanlar üzerinde yayılmak ister. Bu ise, kendini korumak isteyen canlı hücreler örneğinde görüldüğü gibi korunma savaşına yol açar. Günümüz Irak’ında da aynı süreç, bütün çıplaklığıyla devam etmektedir
Yerel iktidarların çatışma süreci, ya birbirlerini hep birden tüketmeleri ya da birinin bu çatışma veya bunalımdan üstün çıkmasıyla sona erer. Tüm alt ve üst yapısıyla yani maddi üretim teknikleri ve mülkiyetleriyle manevi ideolojik ve politik yapılanmaları, yeniden düzenlenir. Yeni hegemonya, kendini kutsallaştırıp tanrısallaştırır. Ya eski dini kendi çıkarlarına uyarlar ya mezhepleştirerek farkını ortaya koyar ya da yeni bir din veya mitoloji ile ideolojik yönden de kendini kalıcı, ebedi kılmak ister. Ortadoğu’nun Merkezî Uygarlık Sistemi, beş bin yılı aşan bir süre boyunca bu diyalektik işleyiş temelinde kendini hep merkezileştirerek bunalımlardan çıkış yaptı. Her çekişme ve çatışma süreci, daha da büyüyen Merkezî İktidarla sonuçlandı. Artan merkezileşme, sadece yerel iktidarların güç kaybı pahasına gerçekleşmedi. Genel olarak toplumların özyönetim haklarını da sürekli gasp ederek gerek Merkezindeki gerekse Çevresinde ve hatta dışındaki aile ve kabilelerin doğal demokratik düzenlerine de sürekli müdahale ederek, onların özyönetim haklarını elinden alıp kendine bağlayarak Hegemonik Merkezi güçlendirdi. Gerek Hegemonik İktidar gerekse Yerel İktidarlar hep, doğal ilkel komünal düzeni yaşayan kabile, aşiret, köy ve hatta kent özyönetimlerinin geriletilmesi veya yıkılması pahasına gerçekleşti.
Ulus-Devlet Tekeli İngiltere ve ABD’nin elindedir
Hegemonikleşmiş Merkezî İktidar, her zaman Yerel Demokratik Otoritelerin aleyhine gerçekleşir. Ortadoğu Kültüründe demokratik ruhun ve zihniyetin çok zayıflatılmış olmasında, binlerce yıllık Hegemonik İktidarların belirleyici payı vardır. Avrupa’da İktidar Kültürü, yakın bir tarihe dayandığı için demokratik ulus eğilimleri hep güçlü olmuştur. Ortadoğu’da ilkel komünal otorite imkânı kalmadığından, gelişim gösteren muhalif dinsel ve mezhepsel akımlar, çarpık bir demokratik geleneği yansıtır. Özünde iktidar muhalifi olan her hareket, demokratiktir. Hegemonik Geleneğin, 16. yüzyıldan itibaren Batı Avrupa’ya kayması, Ortadoğu’da siyasi ve ekonomik bunalımın sistemik karakterde yaşanmasına yol açar. İslami Hegemonyanın Osmanlı İmparatorluğu’nda bu yüzyılın sonlarından itibaren gerilemesine karşılık, Avrupa Hegemonik İktidarı yükselişe geçer. Hegemonik İktidarı, bir sistem olarak düşünmek gerekir. Bir bölgede bir yüzyılda düşüşü ve bunalımı yaşarken, başka bir bölgede başka bir yüzyılda yükselişle karşılık bulur. Gittikçe merkezileşir ve küreselleşir. 19. ve 20. yüzyıllar, hegemonik sistemde merkezileşme ve küreselleşmenin en çok yaşandığı yüzyıllardır. Son ikiyüz yılda ağırlıklı olarak İngiltere ve ABD hegemonyasının geliştiği Ortadoğu, derin bir bunalım yaşayan Çevre Kültürü konumundadır. İngiltere ve ABD’nin temsil ettiği Hegemonik İktidar Sistemi, son dörtyüz yılda inşa edilip yükselişe geçen ulus-devletlerle icra edilir. Ulus-devletlerin doğasını, çok iyi tanımak gerekir. Küçük burjuva ideolojisinin, iktidara indirgediği bağımsız ve yarı-bağımsız devlet yorumları, iktidar gerçeğini örtbas etmekten öteye bir rol oynamaz, ulus-devlet gerçeğini açıklamaz. Özellikle Ortadoğu’da hegemonik güçlerce kurulan ulus-devletler hakkındaki bu tür küçük burjuva yorumlar, Devlet ve Demokrasi Sorunlarını gizlemeye ve kapitalist sistemden soyutlamaya yarar. Çok iyi bilinmesi gerekir ki, İngiltere’nin kendi hegemonyasında önce Avrupa’da, sonra bütün dünyada inşa edilmesine öncülük ettiği ulus-devletlere ilişkin iki temel amacı vardır. Birincisi, hegemonyası önünde engel teşkil eden imparatorlukları ve büyük devletleri parçalayarak küçültmek ve böylece engel olmaktan çıkarmaktır. İkincisi, Ortaçağdan çıkışta oluşan Demokratik Ulus Geleneğini, kapitalizmin gelişmesi önünde engel olmaktan çıkarmaktır. Her iki amacın başarısı, sonuçta kapitalist hegemonyanın tesisine yol açacaktır. Hegemonik Ulus-Devlet Tekeli, son dörtyüz yıldır Anglosakson İngiltere ve ABD’nin elindedir. Diğer tüm ulus-devletlerin, Hegemonik Ulus-Devletin çıkarlarıyla bütünleştirilinceye kadar minimize edilmeleri kaçınılmazdır. Her Hegemonik Sistem, bunu gerektirir. Tarih boyunca da bu böyle olmuştur. Kapitalist Hegemonya Döneminde devlet düzenlenmeleri, daha çok sistematize edilmişlerdir. Dolayısıyla sanki dünyada sistem dışında tamamen bağımsız devletler mümkünmüş gibi görüşler ileri sürmek, kasıtlı değilse küçük burjuva ukalalığıdır. Son beş bin yıllık tüm hegemonik sistemlerde bağımsız devlet olgusuna yer yoktur.
Hegemonyayı paylaşmak, sistem mantığına aykırıdır
İngiltere Hegemonyası, özellikle Hindistan’a kadar olan egemenlik yolu üzerinde bulunan Ortadoğu’ya, stratejik bir rol biçmişti. Napolyon’dan sonra Ortadoğu üzerindeki denetimini adım adım geliştirirken, sistemin bütünselliğini göz önünde bulunduruyordu. İspanya ve Fransa İmparatorluklarını bu amaçla minimize etmişti. Rus İmparatorluğu’nun güneye inmesinin önüne set çekmişti. Osmanlı İmparatorluğu’nu da kullandığı süre boyunca tampon statüsünde tuttu. Yükselen Alman Hegemonyasıyla ittifaka girince de parçalanma sürecine soktu. Birinci Dünya Savaşı ile amacına ulaştı. Bu tarihten sonra Ortadoğu’da kurulan tüm ulus-devletler, önce İngiltere’nin, sonra stratejik müttefiki ABD’nin damgasını taşırlar. Başta TC olmak üzere kurulan tüm ulus-devletler, merkezî ulus-devletin rızası olmadan varlıklarını sürdüremezlerdi. Sovyet Rusya’nın kuruluşundan yetmiş yıl sonra çözülüşü, Çin’in halen kapitalizm yolunda ilerlemesi, bu gerçeği doğrular. Başlangıçta bazı çelişkilerin (örneğin TC’nin kuruluş yıllarında yaşanan çelişkiler) olması, sonucun böyle gelişmesinin önünde engel teşkil edemez. Dörtyüz yılı aşkın hegemonik bir birikimi olan sistem, bunu kolay kolay terk edemez ve bağımsız devletler adıyla başka ulus-devletlerle de paylaşamaz. Hegemonyayı paylaşmak, sistem mantığına aykırıdır. Ya savaş olur, biri kazanır, hegemonya onda kalır ya da daha verimli yeni bir sistem doğar. Eski hegemonyanın ona gücü yetmez. O da diyalektik bütünlük içinde gerektiğinde savunma savaşlarıyla gerektiğinde uzlaşmalarla varlığını sürdürür. Kapitalizmi tercih edip de sistem dışında bağımsızlık taslamak, kendini kandırmaktan veya ukalalıktan öteye anlam taşımaz.
O halde Ortadoğu Kültüründe inşa edilen ulus-devletleri, hegemon ulus-devletin en yoğunlaşmış ajan kurumları olarak yargılamak, gerçekçidir. Örneğin yirmi iki minimal Arap ulus-devletinin varlığı, ancak hegemon ulus-devletin çıkarlarıyla izah edilebilir. Başka türlü bir izahı olamaz. Osmanlı bakiyesi olan TC’nin varlığı, ancak minimal bir ulus-devlet olmayı kabul edince tanındı. Başka türlü vücut bulamazdı. Genelde olduğu gibi Ortadoğu’da da ulus-devletler, bunalımdan çıkışın değil bunalımın derinleşmesinin araçlarıdır. Amaçları, hegemonik ulus-devletlerin küresel istikrarını sağlamaktır. Bu da sonuçta kapitalizmin bunalımını küreselleştirir. Ortadoğu ulus-devletleri, bölge kültüründen beslenen araçlar olmadıklarından hep bir çelişki yaşarlar. Geleneksel iktidar bunalımına kendi yabancılıklarından kaynaklanan unsurlar eklerler. Böylece bölge toplumlarının kültürel gerçeğinden tümüyle koparlar. Hiçbir toplumsal sorunu çözemeyen bu ajan kurumlar, gittikçe gereksizleşirler. Bölgedeki ulus-devletler, kapitalizmin başlangıç döneminde devlet kapitalizmi ile varlıklarını biraz meşrulaştırdılarsa da kısa bir süre içinde toplumsal sorunların altında nefessiz kaldılar. Sadece antidemokratik olmakla kalmadılar, anti-toplumsal da oldular. Ulus-devletlerin doğuşları, mantıkları gereği demokratik ulusa karşıtlık temelindeydi. Geç dönemlerinde bu karşıtlık, toplumsallık karşıtlığına dönüşür. Çevreyi çöküşe götürür. Günümüzdeki konumlarını somut ele alarak gerçekliklerini daha iyi kavrayabiliriz.
*DEVAM EDECEK.