Dönemin en çetrefilli tartışma konularından biri emperyalizm. Aslında kapitalizmin tekelleşme aşamasından beri en ciddi ideolojik tartışma konularından biri kapitalizmin işleyiş yasalarıysa diğeri de onunla da bağlantılı olarak emperyalizm olmuştur. Emperyalizm tartışmaları onun varlığını dünya savaşlarıyla hissettirmesiyle daha da pekişti ve pekişirken de bu tartışmanın herhangi bir teorik tartışma olmadığı, stratejiden taktiğe kadar geniş bir alanı belirlediği netleşti.
Hobson, Kautsky, Hilferding, Bukharin, Luksemburg ve Lenin’in de içinde yer aldığı ilk dönem emperyalizm tartışmalarında tablo daha sadeydi. Kapitalist üretim, dolayısıyla dolaşım-tüketim ve hegemonya bu ölçekte uluslararasılaşmamıştı. Sömürgecilik geçmişleriyle birlikte kapitalizmin de hızla yükselişe geçtiği merkez ülkeler vardı bir de Almanya, ABD gibi sonradan sanayileşerek hızla kapitalistleşen ancak diğerlerinden farklı olarak sömürge sahibi olmayan ülkeler… O dönem açısından tablo açıktı. Sonradan sanayileşip hızla yükselişe geçen ülkelerin kendilerine sömürge pazarlar, ham madde tedarikçileri yaratmaları gerekiyordu ve buna dönük girişimleri de oldu. Ancak dünyanın o zamanki kapitalist emperyalist düzeyine denk paylaşılması tamamlanmıştı. Tamamlanmıştı ama o dönemin esas hegemonik gücü olan İngiltere’de de “güneş batmaya” doğru alçalıyordu. Yeni yükselişe geçenlerin tırnaklarını göstermesi de bu kesişme noktasıyla uyumluydu. Dünya yeniden paylaşılmalıydı ve sistemin girdiği büyük yapısal krizle de iç içe geçerek bu, mevcut üretici güçlerin geniş ölçekte tahribi ve paylaşılmış dünyanın yeniden paylaşılması dürtüleriyle birleşerek büyük bir dünya savaşının kapısını aralamıştı.
İşte o an geldiğinde emperyalizm tartışmaları da kilit bir anlam ve önem kazandımıştı. Sosyal şovenizmle Lenin’de somutlaşan devrimci Marksizm ayrışması ve koskoca komünist partilerin sosyal demokrat partilere dönüşmesi bu kesişme noktasındaki sınav içinde netleşiyordu.
Birinci Emperyalist Dünya Savaşı milyonlarca insanın canına mal olmuş ancak kozlar yeterince paylaşılmamış ve yükselen emperyalist güçler hegemonik güç olma yarışında öne çıkma iştahlarını doyuramamıştı. Buna kapitalizmin kısa süre sonra yeniden yapısal bir krize sürüklenmesi eşlik edince hegemonya yarışı bir kez daha kızışmış ve dünya yeni bir paylaşım savaşına sürüklenmişti. Almanların deyimiyle I’inci ve II’nci dünya savaşları birbirinin devamıydı ve 31 yıl savaşları olarak anılmayı hak ediyordu.
Bu uzun yıllar arasında emperyalizme dair derinleşmiş ideolojik tartışmalar yaşanmadı. Emperyalizm-faşizm arasındaki ilişkiye dair tartışmalar önemli bir birikim oluştursa da esasında emperyalizm tartışmaları Latin Amerika’dan Vietnam’a kadar geniş bir alana yayılan işgaller ve bunlara karşı gelişen halk direnişlerine paralel olarak yeniden yükselmeye başladı. Emperyalist metropollerle bağımlı ülkeler arasındaki ilişkiler ve iktisadi artığın değerlendirilip gerçekleştirilmesi gibi konulara yoğunlaşmıştır. Emperyalist devletlerle bağımlı ülkeler arasındaki ilişkiyi belirli bir birikim modeli ve işbölümü temelinde ele alıp bunun üzerinde yoğunlaşmıştır.
Sonrasının neoliberal birikim modeli, emperyalist küreselleşme, üretimin dünya ölçeğinde toplumsallaşması, sermayenin finans-yatırım-tüketim açısından görülmemiş ölçekte küreselleşmesi biçiminini aldığını biliyoruz. Bu sürecin Çin-Hindistan gibi ucuz işgücü deposu olan ülkeleri uluslararası tekellerin üretim üslerine dönüştürdüğünü, bu modelle birlikte emperyalist güçlere rakip olacak yeni güçlerin ortaya çıktığını, dünyanın paylaşılması meselesinin artık sadece hammadde kaynaklarının tedarikiyle değil, dünyanın her yerine yayılmış ölçekte toplumsallaşmış üretimin meta dolaşımını, tedarik zincirlerini kapsayacak ölçüde giriftleştiğini ve yenilenen teknik altyapıyla birlikte bunun aynı zamanda baş döndürücü bir karmaşa niteliği kazandığını biliyoruz.
Tam da bu noktada emperyalizmin karmaşık bir dünya sistemine dönüştüğü açık. SSCB ve diğerlerinin çöküşüyle de birleşik olarak yaşanan bu saadet dönemi bazılarında emperyalizmin özünün de değiştiği yanılsamasına yol açtı, ancak kapitalizmin tekelleşme ve finans kapital egemenliğiyle karakterize olan bu çürüme aşaması, doğasından kaynaklanan temel reflekslerle capcanlı karşımızda duruyor.
Neoliberal birikimin de somut sonucu olan Çin ve Rusya’nın emperyalizmin klasik temsilcilerinin gücüyle kıyaslanmasa da yükselen emperyalist güçler olması onun özsel reflekslerini en klasik biçimlerle ortaya döküyor. Pandemi döneminde de alevlenen bu tartışmalar şimdilerde NATO’nun Genel Sekreteri, ordu komutanları ve siyasetçilerin Avrupa halklarına “savaşa hazır olun” çağrılarıyla dile geliyor. En çarpıcı olanıysa üretimin dünya ölçeğinde toplumsallaşmasının, yeni teknik altyapı için gerekli elementlerin tedariki başta olmak üzere malların ve genel olarak tedarik hatlarının güvenceye alınması için neredeyse Ortaçağ derebeyliklerine benzer devletçikler kurmaya doğru bükülmüş bir sisteme dönüşebiliyor olmasıdır.
Dün terörist denilen HTŞ’nin bugün emperyalist hegemonya tepişmesinin stratejik hedeflerinden birini oluşturan tedarik yollarının güvenceye alınması, rakip emperyalist güçlerin dayandıkları güçlerin zayıflatılması, enerji başta olmak üzere ihtiyaçlarını karşıladıkları kaynakların kontrol altına alınması için girişilen hamlelerde kullanılan bir aparata dönüşmesi bundandır. Tüm emperyalistler açısından da durum aynıdır. Rusya nasıl ki dönen pazarlık masalarında sadece kendisini ilgilendiren kısımları dert edip Esad’ı ve diğer dayanaklarını satmaya hazır olduğunu gösterdiyse, ABD ve Avrupalı emperyalistler de dün terörist dediklerine bugün takım elbise giydirip “ama ılımlı artık” propagandası eşliğinde PR çalışmalarıyla hızla dayandıkları güç haline getirebiliyorlar. Ortadoğu’da süreklileşmiş bir kriz halinin olması, devletçiklerin oluşması, emperyalizmin daha önce kendisinin cetvelle çizerek devlet haline getirdiği Arap ulus sayısız hamleyle un ufak edilmesi umurlarında bile değil.
Tek umurları Rusya’nın güçsüzleştirilip çevrelenmesi üzerinden Çin’in zayıflatılması, İran ve “direniş ekseni” olarak tabir edilen güçlerin dağıtılıp ya da zayıflatılıp o planladıkları ticaret ve tedarik hatlarını güvenceledikten sonra sıranın esas rakip olan Çin’e gelmesi.
ABD-İngiltere’nin başı çektiği, İsrail ve Türkiye gibi bölge güçlerini koçbaşı olarak kullandıkları bu kriz yönetim biçimi çağımız emperyalizminin tipik ifadesi olarak dile gelmekte ve aslında onda özsel değişimler arayanları da dumura uğratmaya devam etmektedir.
Panzehiri ise işçi ve emekçilerin bu vahşi gidişata karşı bölgedeki ilerici direniş dinamikleriyle birleşik bir mücadele hattı yaratmasındadır. Bu yaklaşım temelinde Rojava Devrimi’nin sahiplenip güçlendirilmesiyse güncel görevlerden biridir. Onu ABD’yle askeri sınırlardaki ilişkileriyle yargılayanların en başta bu gidişatı tersine çevirmek için kendilerine nasıl bir rol yüklediklerini, hangi görevleri çıkardıklarını açıklaması gerekir. Aksi takdirde “bizi de bölecekler” sayıklamalarını sosyalist soslarla perdelemiş sosyal şovenler olmanın ötesine geçemezler. Bu tutumlarıyla bugün utanç verici iflasıyla hatırlanan İkinci Enternasyonal oportünizminin güncel simgesi olup çıkarlar.