Anayasada güvence altına alınan seçme ve seçilme hakkı, yerel yönetimlerin özerkliği ve halkın iradesine saygı gibi temel ilkeler, bu uygulamalarla sistematik olarak çiğnenmektedir. Seçimle gelenlerin, seçimle gitmesi gerektiği prensibi, kayyum atamalarıyla ihlal edilerek, halkın kendi iradesine sahip çıkması engellenmektedir
Ayşe Özdemir*
Kayyum uygulamaları, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde, devletin tarihsel yönetim anlayışının bir uzantısı olarak ortaya çıkmış ve 2016’daki darbe girişiminden hemen sonra hayata geçirilmiştir. Bu uygulama, hukuki temellerle meşrulaştırılmaya çalışılsa da esasen yüzyılın başından itibaren Kürtlere ve Kürt coğrafyasına yönelik idari bir yaklaşımın sonucu olup, Umumi Müfettişlik, Sıkıyönetim ve OHAL uygulamaları gibi hukuki bir çerçeveye oturtulmaya çalışılmıştır. Ancak bu çerçevenin istisna hali üzerinden temellendirilmesi, uygulamayı hukuk dışı bir düzleme çekerek siyasi bir müdahale haline getirmektedir.
Yüzyıl boyunca Kürtler ve devlet arasındaki ilişkinin kaynağını da bu hukuki ve siyasi bağlam belirlemiştir. Kayyum atamaları, işleyiş mekanizmaları ve arka planı itibarıyla Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı yerleşim birimlerini “yeniden merkezileştirmeye” dayanan bir uygulama olarak öne çıkmaktadır. Halk iradesinin gasp edilmesi ve yerel temsiliyetin ortadan kaldırılmasıyla bu uygulama, otoriterleşen yönetimin iktidarını, Kürtleri yasal siyaset dışına iterek tahkim etmesinin bir aracı haline gelmiştir.
674 sayılı OHAL KHK’sinin 38. maddesi ile Belediye Kanunu’nun 45. maddesinde yapılan düzenlemeyle, kayyum atamalarının yasal altyapısı oluşturulmuştur. Bu değişiklikle İçişleri Bakanlığı’na, “terör suçları” gerekçesiyle görevden uzaklaştırılan belediye başkanlarının yerine valileri kayyum olarak atama yetkisi tanınmış ve böylece belediye meclisinin yeni başkan görevlendirme hakkı fiilen engellenmiştir. Ancak söz konusu düzenleme ile hukukun temel ilkeleri olan masumiyet karinesi ve savunma hakkını gözetmeksizin, yürütme organına geniş bir takdir yetkisi vererek, yargı sürecini devre dışı bırakacak biçimde şekillendirilmiştir. Ayrıca belediye meclisinin toplanması kayyumun inisiyatifine bırakılmış ve halk iradesiyle oluşan meclisler tamamen işlevsiz hale getirilmiştir.
Belediye eş başkanlarına yönelik kayyum atama gerekçelerinin büyük ölçüde, eş başkanların katıldıkları etkinlikler, siyasi faaliyetler kapsamında verdikleri röportajlar, ifade özgürlüğü çerçevesinde katıldıkları basın açıklamaları ve yürüyüşler ile gerçekleştirdikleri taziye ziyaretleri gibi faaliyetlerden oluşmaktadır. Ancak bu gerekçeler, çoğu zaman kesinleşmiş bir mahkûmiyet kararına dayanmayarak, yalnızca soruşturma ve kovuşturma aşamasındaki iddialar üzerinden kayyum atamalarına dönüştürülmektedir. Seçilmişlerin hukuki durumları seçim öncesinde de aynıyken, seçimden sonra bu gerekçelerle kayyum atanması, seçmene kurulan bir tuzak niteliğindedir. Bu durum, Kürt seçmeninin iradesinin yansıdığı belediyelerde “seçimle gelen, seçimle gider” ilkesinin açıkça ortadan kaldırıldığını göstermektedir.
Yargı süreci tamamlanmadan yapılan görevden alma ve kayyum atamaları, hukukun temel ilkelerini ters yüz etmekte ve hukuk dışı bir alan yaratmaktadır. Bu durum, adeta bir paradoks olarak, siyasi faaliyette bulunmanın “terör” suçlamasına, bu suçlamanın da siyasi faaliyetlerin engellenmesine yol açan kayyum uygulamasına gerekçe yapıldığını ortaya koymaktadır. Uygulamaların kapsamı ve sürekliliği, hukuki olmaktan ziyade siyasi amaçlara hizmet ettiğini ve Kürtlerin iradesinin sistematik bir şekilde yok sayıldığını açıkça ortaya koymaktadır.
Kürt nüfusun yoğun olarak yaşadığı bölgelerde başlayan kayyum atamaları, son dönemde İstanbul’un en büyük ilçesi ve aynı zamanda Kürt nüfusun en yoğun olduğu bölgelerden biri olan Esenyurt gibi büyükşehir ilçelerine sıçramıştır. Bu durum, kayyum uygulamalarının yalnızca Kürdistan coğrafyasına özgü bir yönetim stratejisi olmadığını, Kürt nüfusun yoğun olduğu diğer bölgelere de yayılma eğiliminde olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu gelişme, kayyum uygulamalarının giderek bir yönetimsellik politikası haline geldiğini de göstermektedir.
Kayyumların atandığı il ve ilçe belediyelerindeki uygulamalara bakıldığında, halkın kaynakları büyük ölçüde kötüye kullanılmıştır. Belediyeler devasa borçlar altına sokulmuş, halkın parasıyla lüks hediyeler alınmış ve hizmet dışı harcamalar yapılmıştır. Belediyeye ait gayrimenkuller ya satışa çıkarılmış ya da belediye hizmetleriyle ilgisi olmayan kurumlara, değerinin çok altında veya karşılıksız olarak devredilmiştir.
Bu durum halka hizmet etmek yerine, adeta bir talan pratiğine dönüşmüştür. Kürt dili ve kültürüne yönelik çalışmalar durdurulmuş, eşit temsil ve denetim ilkesini barındıran eş başkanlık sistemi kriminalize edilmiştir. Kadın hakları ve şiddetle mücadele için kurulan müdürlükler, daire başkanlıkları ve dayanışma merkezleri ortadan kaldırılmıştır. Ayrıca, Kürt aydınlarının isimlerinin verildiği park, cadde ve sokak isimleri değiştirilmiş, Kürt şahsiyetlerine ait anıtlar, semboller ve heykeller kaldırılmış, Kürtçe hizmet veren kurumlar kapatılmıştır. Sanatsal ve kültürel etkinliklere yönelik olarak Kürtçeye karşı toptan yasaklayıcı bir yaklaşım sergilenmiştir.
Kayyum kararı ile birlikte, yerel düzeyde kayyum olarak atanan vali ve kaymakamlar tarafından protesto hakkının kullanılmasına karşı yasaklamalar getirilmekte, şehir giriş çıkışları milletvekillerine dahi kapatılabilmektedir. Halkın iradesinin gasp edilmesine karşı sokağa çıkan vatandaşlara, işkenceye varan şiddet uygulamaları ile müdahale edilmekte ve bu kişiler üzerinde yargı tacizine dayalı süreçler başlatılmaktadır. Bu durum, hem temel hakların ihlali anlamına gelmekte hem de halkın özgürlüklerini ve demokratik haklarını kullanmalarını engelleyen baskıcı bir yönetim anlayışının göstergesi olmaktadır.
Tüm bu yasakçı zihniyet ve seçilmiş temsilcilere yönelik sistematik müdahaleler, devletin Kürt halkına karşı geliştirdiği tarihi yaklaşımın, Kürt halkının iradesine, diline, kültürüne ve kimliğine yönelik inkar politikasının güncel bir yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu müdahalelere karşı durmak, sadece Kürt halkının haklarını savunmakla kalmayıp, aynı zamanda temel demokratik değerlerin korunması ve yerel demokrasinin yeniden inşa edilmesi için de elzemdir.
Sonuç olarak, kayyum atamaları, yalnızca Kürt halkının demokratik iradesini yok saymakla kalmayıp, aynı zamanda temel hukuki ilkeleri de ihlal eden bir uygulama halini almıştır. Anayasada güvence altına alınan seçme ve seçilme hakkı, yerel yönetimlerin özerkliği ve halkın iradesine saygı gibi temel ilkeler, bu uygulamalarla sistematik olarak çiğnenmektedir. Seçimle gelenlerin, seçimle gitmesi gerektiği prensibi, kayyum atamalarıyla ihlal edilerek, halkın kendi iradesine sahip çıkması engellenmektedir. Bu durum yalnızca hukuki değil, aynı zamanda toplumsal bir kriz yaratmakta ve Kürt halkına yönelik inkarcı politikaların derinleşmesine yol açmaktadır. Hukukun üstünlüğüne dayalı bir yönetim anlayışının yerleşmesi, halkın kendi seçtiği temsilcileri üzerinden karar alabilmesi, tüm yurttaşların eşit haklara sahip olduğu bir sistemin inşa edilmesi için kararlı ve örgütlü bir mücadelenin sürdürülmesi elzemdir.
*Özgürlük için Hukukçular Derneği (ÖHD) üyesi, avukat