Asrın Hukuk Bürosu avukatlarından Suzan Akipa ile Gül Teorisini, kadın ve toplumun bu teori çerçevesinden kendi özsavunması nasıl alması gerektiğini konuştuk:
Varoluşun olduğu yerde özsavunma vardır. İktidarlar ve egemenler, fırsat buldukları her an topluma saldırmayı sürdüreceklerdir. Ne kadar az toplum, o kadar çok iktidar ya da devlet vardır. Bu nedenle, toplumun kendi özsavunmasını geliştirmesi elzemdir
Kibriye Evren
Ülkemizde kadına yönelik artan şiddet ve ayrımcılık, toplumsal cinsiyet eşitliğini tehdit eden bir hal almış durumda. Narin Güran cinayeti, Sıla bebek ve “Yeni doğan” çetesi gibi olaylar, yalnızca bireylerin yaşamını değil, toplumsal yapıyı da derinden sarsıyor. Yolsuzluk, fuhuş, mafyalaşma ve uyuşturucu gibi sorunlar, “ahlaki çürüme ve toplumsal yozlaşma” olarak karşımıza çıkıyor. Bu durum, çocuklar, kadınlar, yaşlılar ve hayvanlar dahil olmak üzere toplumun en savunmasız kesimlerini tehdit eder hale geldi.
Kadınların ve toplumun bu çürümeye karşı kendilerini savunma sorusu, günümüzün en acil meselelerinden biri olarak öne çıkarken, PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın geliştirdiği “Gül Teorisi”, bu bağlamda dikkat çekici bir perspektif sunuyor. Abdullah Öcalan, gülün dikenleriyle kendini koruma yeteneğini örnek alarak, kadınların ve toplumun da benzer bir özsavunma mekanizmasına sahip olmaları gerektiğini söylüyor. Gül Teorisi, kadınların ve bireylerin toplumda maruz kaldıkları şiddete, ayrımcılığa ve ötekileştirmeye karşı bir direniş biçimi olarak öne çıkıyor.
Biz de Asrın Hukuk Bürosu avukatlarından Suzan Akipa ile Gül Teorisini, kadın ve toplumun bu teori çerçevesinden kendi özsavunması nasıl alması gerektiğini konuştuk.
- PKK Lideri Abdullah Öcalan, “Gül Teorisi”ni tanımlayarak, gülün kendini korumak için dikenler geliştirdiğini vurguluyor. Bu bağlamda, bir gülün veya bitkinin bile özsavunma mekanizması bulunduğunu ifade ediyor. Buradan yola çıkarsak özsavunmayı nasıl tanımlarsınız?
Özsavunma en basit haliyle varlığın, haksız bir saldırıya karşı ya da bir tehlikeye karşı veya bir tehlike potansiyeline yani riske karşı kendini koruma güdüsü olarak tanımlanır. Sayın Öcalan, özsavunma kuramının hem teorisini hem eylemini tanımlamak ve somutlaştırmak açısından da gül teorisini geliştirdiğini, gül üzerine düşündüğünü söylüyor ve gülün de kendini korumak için kendi bedeninden dikenler ürettiğini söylüyor ve devam ediyor “Bizim de bir gül gibi kendimizi savunmaya hakkımız yok mu?” diyor. Bu bağlamda, Sayın Öcalan’ın bu ifadesine baktığımız zaman ben kendi adıma şunu belirtebilirim. Bir; Sayın Öcalan gül ve diken arasındaki ontolojik ilişkiye değiniyor. Yani dikenin, gülün kendi bedeninden olması, doğal olması meselesine değiniyor. İkincisi; Öcalan, özsavunmayı bir hak olarak tanımlıyor. Üçüncüsü; bence şurası da çarpıcı; Sayın Öcalan özsavunmayı tanımlamak için gül teorisini geliştirirken gülün kendisini korumak için dışarıdan bir müdahaleye, mesela gülü bir cam fanusun içine almayı ya da bir demir kafesin içine almayı önermemiş. Aslında gülün kendi kökleri üzerinde, kendi bedeninden bir mekanizma üretmesi, doğal kalması meselesine değiniyor. Öz savunmanın özgürlükle olan ilişkisi. Yani özsavunma hapsedilmeyi, korunmayı, sığınmayı değil, aksine kendi bedeninin doğal bir ürünü olarak varlığın kendini koruması olarak tanımlayabilirim.
Burada biraz dikeni de açmak isterim. Dikenin gülle olan ilişkisinde, yani zorunlu bir ontolojik ilişkide doğal oluşu önemli. Kadın açısından değerlendirdiğimiz zaman aslında özsavunmanın çok biyolojik ve çok doğal olduğu anlamına geliyor. Bu haliyle de diken, aslında gülün varlığını koruması ve devam ettirmesi için de bir garantör görevi de görüyor diyebiliriz. Gülü o cam fanusun ya da demir kafesin insafına bırakmama rolünü de üstlenmiş oluyor. Bir saldırı karşısında yani güle uzanan el karşısında bir bariyer oluşturuyor. Diken, güle uzanan ele karşı “bir saniye sen dur, ben buradayım, ben varım” mesajı veriyor. Haliyle, karşıdakini yani kendisine uzanan eli de konum değiştirmeye zorluyor. Bu haliyle aslında sarsıcı ve yapıcı, kurucu bir mekanizma olarak değerlendirebilirim. Gül teorisi, bir betimleme gibi özsavunmayı da varlığı da kadını da eylemiyle ve pratiğiyle çok somutlaştıran bir ideolojidir, bir teoridir diyebilirim. Diken, güle uzanan bir ele batmakla, saldırı sahibinin şiddetini de somutlaştırıyor.
- Tam da burada kadınlardan bahsetmişken özsavunma denilince daha çok aklımıza kadınların fiziki olarak kendisini savunmak zorunda kaldığı anlar aklımıza geliyor. Kürt Kadın Hareketi bu kavramı daha geniş bir çerçevede kullanıyor. Bunu biraz açar mısınız? Nasıl kullanıyor Kürt Kadın Hareketi?
Ben açıkçası öncelikle kadınların fiziken kendini korumalarını önemli görüyorum. Daha doğrusu bir canlının, bir insanın, bir kadının fiziken hayatta olabilmesi, zaten tam da bütün bu konuştuğumuz meseleye yani yaşam dediğimiz, dünya dediğimiz mecraya açılan ilk kapıdır. Topluma da yaşama da katılmak için önce var olmak, fiziken var olmak gerekiyor. Yaşam hakkı, hayatta kalabilme hakkı önemlidir. Bu algının kendisi, uluslararası evrensel hukukta da yansımasını bulur. Bir uluslararası sözleşmeye baktığımız zaman, AİHS gibi bir hukuksal metne baktığımız zaman, yaşam hakkının kutsallığı ve öncelikliği sebebiyle ilk maddede düzenlenir. Salt hukuki olduğu için önemli değil, önemli olduğu için hukukta yansımasını bulmuştur. Kadınların fiziken kendilerini savunması tabii ki de öz savunmanın en temel taşıdır. Her ne kadar ceza kanunlarında meşru müdafaa olarak tanımlanmışsa da önemli, ama yeterli değil. Bu madde kanun koyucular tarafından ya da hakimler ve savcılar tarafından “kadınlar haksız bir saldırıya karşı kendilerini korudukları zaman bu maddeden faydalansınlar, hukuk onları korusun” gibi bir amaçla tabii ki getirilmemiş. Bunu özellikle hem feminist mücadelenin hem Kürt kadınların kadın hukukçuların, avukatların yargılanan kadınların hukuki bir başarısı olarak değerlendirmek gerekiyor. Hukuk ve adalet arasındaki ilişki her ne kadar sorunlu bir ilişki olsa da, yani yetmeyen bir ilişki olsa da, ihtiyaca cevap vermeyen bir ilişki olsa da, hatta tam tersine sorun çıkaran bir ilişki olsa da -çünkü bugün özsavunma hakkını kullanan kadınların çok büyük cezalarla karşılaştıklarını görüyoruz. Kadın cinayetleri dosyalarının nasıl cezasızlıkla ödüllendirildiğini görüyoruz- fakat buna rağmen kadınların bu maddeyi zorlamaları, öldürücü bir darbeye karşı hayatta kalan kadınların yargılandığı davalarda hukuku işlevsel kılmaya çalışmaları önemlidir. Meşru müdafaa özsavunmaya denk değil derken sadece hukuksal bir konu olduğu için demiyoruz bunu. Meşru müdafaa sadece fiziken özsavunmayı tanımladığı için de yetmiyor.
Bu noktada belki Kürt kadınların özsavunmayı nasıl değerlendirdiğine ya da özsavunmayı nasıl tanımladığına ve bunun mekanizmalarını nasıl oluşturduğuna bakabiliriz. Kürt hareketi ve Kürt kadınlar şiddetin bilgisini de tanımlarken ya da kadına dair bilgiyi de tanımlarken tarihsel yorum yöntemini esas alır. Ve bu yöntem mevcut saldırıların köklerinin aslında çok daha derinlerde olduğunu söylüyor. Hem kadın köleliğinin hem kadına yönelik şiddetin hem toplumlar üzerindeki bütün şiddetin kaynağını erkek egemenliğiyle birlikte ele alma var. Yani bin yıllardır aslında kadınlar sadece fiziken şiddete uğramadı. Bin yıllardır kadınlar ideolojik olarak, fiziksel olarak, varlıksal olarak, psikolojik olarak, ekonomik olarak aslında yaşamın bütün alanlarında çok ciddi bir kıyım politikalarıyla karşı karşıya geldiler. Dolayısıyla Kürt kadınlar açısından, kadını bu kırım ve şiddet sarmalından çıkartabilecek her şey özsavunma mekanizması olarak değerlendirilebilir. Kürt kadınlar aslında 1990’lı yıllardan itibaren alanları hiç terk etmediler ve politik bir özne oldular. Kürt kadınlar kadın cinayetleri davalarını toplumsallaştırarak da burayı da politik bir mücadele alanı olarak gördüler. Ya da 2000’li yıllardan sonra mesela “namus” cinayeti adı altında katledilen kadınların cenazelerini sahiplenerek, sırtlanarak aslında o katledilen kadına verilmeyen özsavunma hakkını bu şekilde kendileri onun adına kullanmış oldular. Onun anısına kullanmış oldular. Bireysel şiddeti bir özgürlük ve eşitlik mücadelesine bağladıkları oranda aslında özsavunmanın daha etkili olabileceğini de gösterdiler.
- Özsavunmanın somut mekanizmaları nelerdir?
Çok derin bir yoksulluk var, bir ekonomik krizin ortasındayız ve bütün veriler en yoksul kesimin kadınlar olduğunu gösteriyor. Korona sürecinde en önce işten çıkarılanlar kadınlardı. Bu işte ekonomik saldırılara karşı kadınların kendi ekonomisini üretebileceği, kadın komünlerinin oluşturulması, ekonomik saldırılara karşı çok ciddi bir özsavunma ihtiyacıdır, bir mekanizmasıdır. Yine mesela baktığımız zaman Türkiye’de 2013-2015 sürecinde diyalog süreci, müzakere süreci vardı ve biz o süreçte dahi, aslında kadınların hedef olduğunu gördük. 9 Ocak katliamı ortada. Savaş şartlarında, tecrit şartlarında kadınlar çok daha derinlikli şiddetin hedefi oluyorlar. Böylesi müzakere süreçlerine kadınların, Kürt kadınların devrimci bir yerden müdahale etmeleri yani barış için mücadele etmeleri, kendi girişimlerini oluşturmaları, sözünü kurmaları, müzakere süreçlerine dahil olmaları özsavunma meselesine bir dahiliyettir bence. Yine her ne kadar şiddete uğrayan kadınları koruma adı altında resmi olarak bir sığınaklar çalışması varsa da hem Kürt kadınların hem Türkiye’li kadınların ortaklaştığı mesela “sığınaksız bir dünya” yaratımı çok ciddi bir özsavunmadır ve kadın dayanışmasının kendisi olarak değerlendirebilir. Dolayısıyla kadını sığıntı olarak gören anlayışa karşı, kadınların şiddetten arındırılmış bir yerde, o şiddetin bir daha yaşanmaması için özgür alanlar oluşturmaları ve bunun mekanizmasını oluşturmaları bir özsavunmadır. Yine kadınların siyaset yapmalarının önüne önünü tıkatan bütün saldırılara karşı eşbaşkanlık ya da kota uygulaması, eşit temsiliyet, kadın meclislerinin oluşturulması bir özsavunma biçimi olarak da değerlendirilebilir bence.
- Abdullah Öcalan’ın “Gül Teorisi”ni referans alarak, son yıllarda kadınlara yönelik bir kadın kırımı yaşanıyor. Bu kırıma karşı kadınların özgün ve özerk örgütlenmesi neden önemli?
Kadın kırımı dediğimiz mesele bazen çok somut gözler önündedir. Bosna Hersek’te, Ruanda’da, Japonya’da, 38 Dersim’de, Şengal’de, Enfal soykırımında yani bunlar çok somut bir kadın kırımı olarak değerlendirilebilir. Kadının sadece kadın olması sebebiyle şiddetin her türlüsüne maruz kalması elbette ki bir kadın kırımı. Kadının üzerinde bin yıllardır özellikle hem erkek egemen sistemin gelişmesi hem sınıflı toplumun gelişmesiyle beraber çok kapsamlı bir operasyonlar silsilesini görüyoruz. Bir tarafta hem öldürmeyi hem sömürmeyi hem kullanmayı kendine hak gören bir erkek anlayışı var. Bu erkek egemen akıl kadına da öldürülmeyi reva görüyor. Sömürülmeyi de reva görüyor. Ve bunlar çok uzun yıllar boyunca iktidarın hem ideolojik hem fiziksel aygıtlarıyla çok derinleştirildi. Hapishanelerle, ordu sistemiyle, dincilik, cinsiyetçilik, bilimcilik, milliyetçilik ideolojileriyle bunlar derinleştirildi. Günün sonunda 5000 yıllık bir sürecin çok derin bir enkazı var. İşte özgün-özerk örgütlenme bence burada önemli. Çünkü kadını bir bütün kıyıma uğratan o sistemden alıp yeniden kadını kendi bilgisiyle buluşturan, yeniden kültürün yaratıcısı olduğunu, yaşamın inşacısı olduğunu hatırlatan ve kendi potansiyelini açığa çıkarabileceği alanlar. Dolayısıyla kendisiyle yeniden barışabileceği alanlar. Özgün alanların olması özgün özerk örgütlenmenin bir boyutu. Ama tabii ki salt kadınların sığınabildiği ya da kendi dünyalarına çekilebildiği alanlar değil. Özgün özerk örgütlenme, tek tek kadınların hem deneyimlerini hem bilgilerini ortak örgütsel kolektif bir zeminde buluşturmayı da amaçlayan bir mekanizma. Ama aynı zamanda kadınların bu ortak örgütsel özgün-özerk mekanizmalarda açığa çıkardıkları bilgileri hem yaşama ve topluma akıtması hem de oradan beslenmesi amaçlanır. Yani kadınlar özgün özerk ortamlarda güçlü olabildikleri oranda oradaki bilgiyi topluma yaşama akıtabildikleri oranda daha kapsamlı daha hedefine odaklanan bir mücadele sergileyeceklerdir diye düşünüyorum.
- Bir de toplumun kendini, çocuğunu, hayvanı kısacası yarattığı değerleri koruması gerekir. Toplumsal çürümeden ve ahlaki yozlaşmadan çokça bahsettiğimiz bu günlerde toplumun özsavunma kapasitesi, bireylerin güvenliğini nasıl etkiler ve bu durum ahlaki sorumluluklarımızı nasıl şekillendirir?
Varoluşun olduğu yerde özsavunma vardır dedik. Nasıl ki insan; sosyal, biyolojik, siyasal ve toplumsal bir varlıktır diyebiliyoruz, o halde özsavunma da aynı nitelemeleri alır. Çünkü özsavunma var olmakla ilgili. Özsavunma; biyolojiktir, siyasaldır, sosyaldir, toplumsaldır denilebilir; çünkü zorunlu olarak insanın aldığı nitelemeleri o da alır. Deneyimlediğimiz bir şey var, iktidarlar ve egemenler topluma saldırmayı, toplumun ideolojik, ahlaki değerleriyle oynamayı bırakmayacaklardır. Hatta bunun çok çeşitli ve farklı farklı yöntemlerini de bulacaklardır. Yani soykırım uygulamalarından tutalım özel savaş yöntemlerine kadar iktidarlar, ulus devletler, egemen akıl; toplumu zapt u rap altına almaktan hiçbir zaman vazgeçmeyecektir. Çünkü kendisinin varlık gerekçesi bu. Ne kadar az toplum, o kadar çok fazla iktidar ya da devlet. Haliyle devletlerin, iktidarların bunu yapmak için hazır oldukları bir dönemde toplumun kendi özsavunmasını alması çok elzem bir şey. Ve toplum dediğimiz şey de insanüstü ya da insan dışı bir şey değil. Evet, tek tek insanların toplamı ve o toplamı aşan bir şey. Çünkü yarattığı bir kültür de var. Toplumu oluşturan o bireylerin sıfatları aslında toplumun da sıfatı oluyor. Yani özgür bir toplumda köle bireyler yoktur mesela. Ya da özgür bireyler köleci bir toplum oluşturmazlar gibi. Doğal olarak tek tek toplum bireylerinin ortaklaşa, kollektif bir şekilde bir saldırıya karşı savunma pozisyonuna geçmesi, toplumların bir özsavunması olarak değerlendirilebilir.
- Somutlaştırır mısınız?
Ulusal kurtuluş mücadeleleri, feminist mücadeleler, ekoloji hareketleri, ırkçılık karşıtı mücadele, tecrit karşıtı mücadele bunlar aslında toplumsal özsavunmanın en somut, en görünür kılındığı temel alanlardan bazı örneklerdir diyebilirim. Kişiyi de yani o toplumun ferdini de eylem sahibi yaptığı için de değiştirir dönüştürür. Toplumsal özsavunmanın değiştirici, dönüştürücü bir etkisi var. Bir de demokrasi kültürüne akan bir boyutu da var bence. Birey özsavunmaya katılabildiği oranda -fiziksel özsavunma olabilir ya da bir kurumun bir yerinde çalışmak olabilir, ekonomi politikalarında yer almak olabilir, özel savaş politikalarına karşı bir dayanışma kültürü örnek olabilir- bireyin topluma katılımı arttığı için demokrasi kültürünün daha iyi oturacağını düşünüyorum. Özsavunma illaki fiziksel olmak zorunda değil.
Her ne kadar güvenlikçi politikalarla toplumu savunmak adına ordular geliştiren, askeriyeler geliştiren bir militarist anlayış varsa da böylesi bir anlayışın toplumu korumadığı, tam tersine toplumu aslında iptal ettiğini görüyoruz. Toplumların geleceğinin devletlere, iktidarlara bırakılmayacak kadar önemli olduğunu düşünüyorum. Tam bu noktada bir grubun, bir cinsin, bir inancın ya da bir toplumun kendi bilgisini üretecek akademiler oluşturması, komünler, meclisler oluşturması, demokratik siyaseti daha da güçlendirmesi, kurumlaşmayı artırmayla beraber ulaşılmadık tek bireyi, çalmadık tek kapıyı, sesini duymadığı tek bir kadını bırakmaması, böylesi vahim sonuçlar yaratan iktidara karşı en güçlü bir öz savunma olacaktır diye düşünüyorum.
- Dünya Demokratik Kadın Konfederalizmi, kadınların ve diğer toplumsal kesimlerin kendi demokratik örgütlenmelerini yaratmalarına dayanan bir sistem olarak tanımlarsak özsavunmanın rolü nedir?
Kadınların Demokratik Konfederal Sistemi, özsavunma arayışının bir sonucu aslında. İkili bir ilişki de var denilebilir. Kadınların Demokratik Konfederal Sistemi, aynı zamanda özsavunma mekanizmalarını daha da güçlendirmiş oluyor. Çünkü yerelin deneyimleri, tek tek olan deneyimler ortak bir platformda, ortak bir zeminde buluşup daha büyük bir güç de açığa çıkarmış oluyor. Kadınlar nerede olursa olsun kadınların politik duruşları ne olursa olsun ya da kadınların ulusal kimliği, rengi, dili, inancı ne olursa olsun dünyanın birçok yerinde kadının kadın olması sebebiyle uğradığı ortak bir şiddet zemini var.
Ama tabii ki kadınların farklı kimliklerinden kaynaklı olarak maruz kaldıkları çok çeşitli, çok daha şiddetli biçimde kendini gösteren şiddet deneyimleri de var. Yani sömürge bir coğrafyada kadına uygulanan şiddet ile görece daha demokratik bir ülkede kadına uygulanan şiddet birbirinden tabii ki farklı, ama kadının kadın olması sebebiyle dünya üzerinde kadını hedeflen ortak bir şiddet var. İşte kadınların Demokratik Konfederal Sistemi bütün bunları bir arada birleştiren, yerelin deneyimini, yerelin örgütlenme biçimini, yerelin mekanizmasını evrensele taşıyan ve kadına topyekun yönelmiş bu şiddet sarmalı karşısında daha sağlam, daha bütünlüklü bir duvar oluşturur. Farklılıkların bir araya geldiği bir mekanizma olarak değerlendirilebilir.
- Jin Jiyan Azadî’ye özsavunma bağlamında bakılırsa ne söylenebilir?
Jin Jiyan Azadî, Kürt kadınların uzun soluklu mücadelesinin hattını oluşturduğu ve ideolojilerinin aslında sloganlaşmış halidir. Dünyanın her yerinde, Kürdistan’ın dört parçasında, Avrupa’da, Türkiye’de, Hindistan’da, Amerika’da artık bütün kadınların sahiplendiği ve bir şekilde onunla yabancılık hissetmediği, mücadelesinin bir kimliği olarak açığa çıkardığı bir slogan. Ve Kürt kadınların da aslında renginin, ideolojik zemininin, bilimsel altyapısının somut, kısa, net bir ifadesi olarak değerlendirilebilir. Kadın yaşam ve özgürlüğü bir arada tutmak önemli. Çünkü kadını, yaşamın ve özgürlüğün yegane gücü olarak tanımlıyor ya da kadın yaşam ve özgürlük kavramlarından bir tanesi olmadan sanki diğeri olmayacakmış gibi gösteren de bir felsefe. Özsavunmayı tanımlarken varlığın yaşamda kalmasının doğal bir refleksi olarak kabul etmiştik ve özsavunmanın da özgürlüğe akan bir yönünün olduğunu vurgulamıştık. “Jin jiyan azadî” sloganının içindeki “jiyan” ve “azadî” nin birleşimi bana “özsavunma” gibi geliyor. Dolayısıyla “jin jiyan azadi” sloganını “kadının özsavunması” gibi düşünüyorum bazen açıkçası.
- Son olarak, Jin jiyan azadî sloganının ve Gül Teorisi’nin mimarı olan Abdullah Öcalan’ın 26 yıldır tecrit altında olması, özsavunma bağlamında ne anlama geliyor?
Bu sloganın mimarı Sayın Öcalan’ının hakkını bir kez daha vermek gerekiyor. Gerçekten kendisinin çok ağır bir tecrit rejimine rağmen Kürt kadınların özgürleşmesi için açığa çıkardığı o devasa güç bugün dünyanın her yerinde yankılanıyor. Tam da bu sebeple yani her defasında söylediğimiz bir şey var. Tecrit karşıtı mücadele gerçekten çok hakiki bir kadın özgürlük mücadelesidir. Ya da kadın özgürlük mücadelesinin en önemli basamaklarından bir tanesi de tecrit karşıtı mücadele olacaktır diyebilirim. Çünkü tecrit altında tutulan tam da bu evrensel kadın aklını bu kadın sloganını açığa çıkaran mimarın kendisidir.
26 yıldır Sayın Öcalan çok ağır bir tecrit altında ve 26 yıllık tecridin gerçekten kadınlar başta olmak üzere hem Kürt halkına hem Türkiye toplumuna yansımaları çok ağır oldu. Yani tecridin bir sonucu olarak savaş politikalarının getirmiş olduğu ekonomik kriz, 2024 yılını geride bırakacağımız şu günlerde en somut görünen temel sorunlardan bir tanesi. Aslında Sayın Öcalan’ın tecrit edilmesi tek başına Sayın Öcalan’ın tecridi değil. Nitekim toplumun büyük bir kısmı, milyonlar, zaten Sayın Öcalan’ı kendi iradesi olarak gördüler ve tecrit altında tutulan bir toplumdur dediler. Bunu resmi yollarla da imza kampanyalarıyla da ilgili yerlere ilettiler. Tecrit, Kürt sorununun çözümsüz bırakılmasının bir yansıması, bir karşılığı olarak değerlendirilebilir. Çünkü hem uluslararası devletlerin hem Türkiye’nin Öcalan’a yaklaşımını belirleyen temel unsurlardan bir tanesi Kürt sorununa yaklaşımdır.
Tecritin yarattığı krizin ve savaşın ortasında aç bırakılan, her türlü haksızlığa maruz bırakılan bir toplum gerçekliği var. Dolayısıyla tecrit politikası, toplumun hapsedilmesi olarak değerlendirilebilir. Ve tecrit bir insanlık suçudur, ağır bir işkencedir. Topluma yönelmiş bir tecritten bahsettiğimiz için aslında topluma topyekun yapılan bir saldırı olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla toplumun burada öz savunma hakkı devreye giriyor diyebilirim. Umut Hakkı açısından da şunları ifade edebilirim. 2014’te Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Sayın Öcalan’ın koşullu salıverme imkanı olmadan ömür boyu hapis rejimini bir işkence olarak kabul etti. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ve Bakanlar Komitesi’nin tespit ettiği bir şey var. Umut Hakkının tanınmaması işkencedir diyor. Ve biz Sayın Öcalan’ın politik konumu, toplumdaki karşılığı sebebiyle olaya yaklaştığımızda aslında bu işkencenin bütün topluma karşı işlenmiş olduğunu görüyoruz. Topluma karşı işlenmiş bir işkence suçuna karşı toplumsal özsavunma hakkının kullanımı çok çeşitli olabilir.