Bugün ‘Kürt Kadın Gazeteciler Günü’. Artık dört parçada yüzlerce olan bizler açısından sadece acının değil direnişin satırları da yazılıyor. Senin ve diğer kadınların ölüme meydan okuyuşu cesaret veriyor elbette ama biliyoruz ki daha çok çalışmalı, daha çok büyümeliyiz, seni ve diğer tüm kadınları karanlığın zindanlarından çıkarmak için
Reyhan Hacıoğlu
Sevgili yoldaşım,
Dünyanın neresinde olursak olalım bizi bir arada tutan, karanlığın tiranlığına karşı aydınlığın umudu ve inancı oluyor. Türkiyeli bir yazar, “Ölüm değilse bizi ayıran, yazık olmuş” diyor ve bu topraklarda bizi ayıran, ölüm oluyor hep.
“Ölü” denir mi bilmiyorum, hakikate inanan ve bunun için yola çıkanlara, ama her türlü kaçınılmaz olan gerçek; herhangi bir an’da, bir şekilde ya da hiçbir şekilde yan yana gelemeyecek oluşumuz (!)
Topraklarımızı önce ikiye, sonra dörde bölenler, çizdikleri “sınırlar” ile sadece topraklarımızı değil bizi bir arada tutan bağları da koparmaya çalıştılar. Her birinin kendince uyguladığı imha, inkâr ve asimilasyon politikalarıyla halkımızın büyük bir kısmı varlığına yabancılaşırken, mücadele yürütenler her gün ölüm, sürgün, tecrit ve işkence ile sınanıyor.
“İki ölümüzü yan yana gömemedik,” diyen Êzîdî annenin ağıdı yüz yıllardır bizim sürgün hikâyemiz olurken, milyarlarca insana yurt olmuş dünya, topraklarını işgal ettiği halkımızı bugün de sınırdan sınıra sürmeye devam ediyor.
“Hakikat ve özgürlük yolunda adım atan kişi, ölüm ve yaşama başka bir anlam katmıştır. Biz ölümden değil, onursuz ve köle bir yaşamdan korkarız. Özgür yaşam, kadınların (o en eski sömürgeler) onurları ve haysiyetleri için kararlı ve sağlam bir şekilde, özgür yaşam için ölümü kucakladıkları yerde başlar.” demişsin kulakları sağır edercesine seslendiğin mektubunda.
Jina’nın, senin, Werîşe’nin, Şerife’nin ve daha birçok kadının direnişinin sindiği satırlarda, “Bizim meselemiz kimliksel, güvenlik meselesi değil!” demişsin. En çok da bu yüzden ses vermek istedim, aramızda “sınırlar” olan sana.
Sevgili yoldaşım,
Bizim meselemiz, tam da dediğin, bizden öncekilerin ve ne yazık ki belki de bizden sonrakilerin de yaşayacakları bir kimlik meselesi!
“Bir insan, cinsiyetiyle (ilk algısal boyutu), diliyle, kültür ve sanatıyla, yönetimiyle, yaşam tarzıyla ve özgürlüğüyle, kısacası ideolojisiyle insandır,” diyerek kavga etsek de onlar önce kimliğimizi, sonra cinsiyetimizi ve insanlığımızı kullandılar ve kullanıyorlar.
“Göğüslerinde sütleri kuruyan çocuklu anneler, taşlama taşlarının üzerinde yüzlercesinin başını koyup kuruduğu yalınayak çocuklar. Bir yandan Türkiye’nin hava saldırıları, diğer yandan DAİŞ’in saldırılarıyla cesetleri yanan ve parçalanan onlarca kadın savaşçı. Haticeler, çocuklar ve yaslı anneler için feda olan mücadeleciler,” demişsin, haklısın; bizim için kimlik meselesi onur meselesine dönüşürken, her gün ama her gün, dünyanın her yerinde ve herhangi bir biçimde feda oluyor Nujiyan’lar, Gülistan’lar, Hero’lar ve Deniz’ler…
Bir kendin bir halkın olduğun mektubunun satırlarına ben de bir şeyler eklemek istiyorum halkımızdan, izninle. Dört parçaya ayrılmış vatanımızda ayrı parçalarda olsak da aynı halkın çocukları olduğumuzu gör diye:
Duvarlara tutunarak yürüyor. Bedeni incelmiş de incelmiş. Başında akbabalar bekliyor, onlara göre düşmesi lazımdı şimdiye kadar. Ama direniyor. Bir lokma kalmış bedeni, tam 180 gündür aç!
Kimse kendisinden kat be kat ağır o siyah montu yaz sıcağında neden çıkarmadığını merak etmiyor.
Cellatların yüzüne öfke ile bakan yüzü, sevdiği kadınları görünce yerini yorgun bir bakışa bırakıyor her gün. Adımları o kadar ağır ki koşsa bir çocuk geçebilir onu. Elleri sürekli cebinde, kimse merak etmiyor neden diye.
Ağırlığını ölçüyorlar her gün ama her gün. Bir gram daha küçülse bedeni “el koyacaklar”, “ölüm yasak” diyecekler. Ama onun da öyle bir niyeti yok aslında, kendinden öncekiler gibi.
Bakışları ağırlaşıyor gün geçtikçe. Azar azar küçülüyor bedeni ve cılızlaşıyor gülümsemesi, bir avuç kalan yüzü, artık birkaç parmak kalınlığında. Sonra bir gün ellerini ceplerinden çıkarıyor, tuttuğu ağırlıkları boşluğa bırakarak… İşte o gün anlıyor herkes bedenine “el koymasınlar” diye ceplerinde sakladığı “ağırlığın” aslında bir halkın onuru olduğunu…
***
12 yaşına yeni girdi. Diretmeseydi bunca, getirmezlerdi onu bu mahşer yerine. Ama orada olması lazımdı. Yer gök insan kaynıyor, sloganlar, marşlar, sesler ve bir de direnmenin coşkusu.
Birden kararınca hava ve gökten mermiler yağmur gibi yağınca, önce kendine saklanacak yer arıyor. Sonra içindeki öfke ve isyan dalgası büyüdükçe büyüyor. Zafer işaretiyle atlıyor ortaya, sol elini vuruyorlar önce, düşmüyor. Acı nedir düşünmeden sağ elini kaldırıyor. Onu da vuruyorlar, iki eli “çaresizce” düşünce iki yanına var gücüyle slogan atıyor, vuruyorlar alnının tam ortasından… Görenler yüzünde garip bir mutluluk olduğunu söylüyor, “düşerken…” “Ölü” mü denir şimdi ona!
***
Sevgili yoldaşım,
Dört parçada dünyaya bedel direniş destanları yazılıyor! Bizler böylesi bir halkın direnişinin tanıkları olma şerefini yaşarken, aynı zamanda sesini duyurmanın sorumluluğunu da taşıyoruz.
Ölümden geçip giderken bir bir kadınlı erkekli dervişler, biz geride kalanlara yazmak kalıyor onları. Kalanlar, gidenlerin türkülerini, hikâyelerini, haberlerini yazıyor bu topraklarda sevgili Pexşan!
Onur direnişi veren bir halkın bir parçası olmak insana ne kadar gurur verebilirse o kadar veriyor. Senin, senden önce Gurbetelli’nin, Ayfer’in, Emine’nin, Gülistan’ın, Nagihan’ın, Nüjiyan’ın, Şirin’in ve bizlerin ve yine bizden sonraki kadınların omuzlarında bir halkın var olma kavgasının şahitliği var.
Boyun eğmeyen, diz çökmeyen, ölüme halayla giden bir halk için, o halkın sesi olmak için çıktığımız bu yolda, bizi bölen sınırlara rağmen aynı inanç için çarpıyor kalbimiz, buna hiç şüphen olmasın!
Güneş’i tutsak, günü esir, suyu talan edilmiş, halkı katledilmiş bir insan ne kadar özgürse o kadar özgürüz ne eksik ne fazla. Senin boynuna takmak istedikleri idam ipiyle, burada bizlere takılan kelepçelerin, Gülistan’ın korkusuz cesaretine yağdırdıkları bombaların bile bir hükmü yok artık hiçbirimiz için!
Seyit Evran son mesajında, “Ben Kürd’üm ve halkımın da özgür olması gerekirdi. Bunun için son nefesime kadar kalemimi ve kameramı kullandım, sözümü söyledim.” diyor.
Evet, bizim için sarsılmaz hakikat bu!
Ama sadece kendi halkımız için de değil, dünyanın neresinde ezilen, sömürülen, soykırıma uğrayan, asimile edilen, inkâr edilen, yok edilen halklar varsa onlar için de. Çünkü inandığımız “ahlaki ve politik” değerler bunu gerektiriyor.
Sevgili yoldaşım!
Seninle özgür bir ülkede, özgür koşullarda yan yana gelebilir miyiz bilmiyorum. Ama inancım o ki, hakikat yolunda bizler açısından ne ayrılık ne ölüm ne de sınırların bir hükmü var. Seninle aynı duvarların içinde aynı isyan ruhunu taşıdığımız gibi, bir başka özgürlük için canını ortaya koyan yoldaşımızla da pekâlâ aynı ruhta buluşabiliriz!
O yüzden biz aslında belki de hep birlikteyiz!
Sevgili Pexşan,
Bugün “Kürt Kadın Gazeteciler Günü.” Artık dört parçada yüzlerce olan bizler açısından sadece acının değil direnişin satırları da yazılıyor. Senin ve diğer kadınların ölüme meydan okuyuşu cesaret veriyor elbette ama biliyoruz ki daha çok çalışmalı, daha çok büyümeliyiz, seni ve diğer tüm kadınları karanlığın zindanlarından çıkarmak için.
Sesimizi duyuyor musun bilmiyorum, ama Kürt kadınları bugün dünyaya meydan okuyor.
Sevgili Halil Dağ, kitabında çekemediği her direniş için kendine kızıyordu. Bugün her dağın her taşın direnişi çekiliyor! Kolay olmadı bu yolları açmak ama artık bizleri de aşan bir hakikat var.
Yıkılmaz bir direniş mevzisi ve geleneği olan Özgür Basın’da ölüm, hapis, işkence ve sürgün pahasına hakikat meşalesini taşıyanların; senin ve Kürt kadın gazetecilerin günü kutlu olsun!