Ayşe Polat’ın bu yıl pek çok ulusal ve uluslararası festivalde çeşitli dallarda ödül aldığı son filmi “Kör Noktada”, çok parçalı yapbozvari biçimiyle ve politik meseleleri incelikle ele almasıyla Kürt sineması içerisinde şimdiden kendine özel bir yer açtı.
Film, izleyiciyi neredeyse bütün mekanlarında, gizli veya açık kameraların olduğu bir dünyada ağırlıyor. Çıkış noktasını ve konusunu ise özellikle 12 Eylül Askeri Darbesi’nden sonra yaşanmaya başlayan ve 90’lı yıllarda ayyuka çıkan zorla kaybettirmelerden ve faili meçhul olarak da bilinen devletin paramiliter güçleri tarafından işlenen cinayetlerden alıyor. Kürtlerin toplumsal hafızasında canlılığını, tüm dehşet vericiliğiyle koruyan bu kirli savaş uygulamaları sinemamızda ilk defa işlenen konular olmasa da film, taşıdığı biçim ve estetik özellikleriyle sinemamızda pek de denenmemiş bir şeyleri icra ediyor. Kör Noktada, parçalı, kopuk ve doğrusal olmayan bir anlatı ve netliği sıklıkla kaybeden “ikircikli” bir sinematografik dile sahip.
Filmin görsel tarzı, kahramanın arayışının kasvetini yansıtan sessiz renkler ve keskin kontrastların kullanımıyla dikkat çekiyor. Sinematografi, sıklıkla Kürt manzarasının ham güzelliğini yakalıyor ve bunu insanların karşılaştığı sert gerçeklerle yan yana getiriyor.
Filmin yenilikçi ve bu anlamda cesur tercihlerini daha fazla açmadan evvel hikayesini biraz daha konuşalım.
Gözetim ve paranoya
Yönetmenliği hem hassas hem de güçlü olan film, kişisel ve kolektif anıların kimliği nasıl şekillendirdiğini ve çözülmemiş travmaların günümüze nasıl musallat olmaya devam ettiğini araştırıyor. Bunu yaparken de hafızanın parçalanmış doğasını yansıtmak için doğrusal olmayan bir anlatı kullanıyor.
Film, çocuğu devlet tarafından kaçırılan Hatice’yi konu alan bir belgesel çekmek isteyen Alman ekibin, bölgedeki ilk bağlantılarıyla buluştuğu sahneyle başlıyor. Bu sahneyi, kime ait olduğunu bilmediğimiz bir kameranın objektifinden ve Alman ekibin film kamerasından dönüşümlü olarak izliyoruz. Tekinsizlik hissi, filmin bu ilk sekansıyla sonrasında olacakları bir biçimde hissettiriyor ancak bu ilk sekans yalnızca buna hizmet etmiyor. Kime ait olduğunu bilmediğimiz “gözlerden” tam olarak neyi gördüğümüzün muğlak olduğu sahne, bizi karmaşık bir haritayı çözmeye davet ediyor.
Üç bölümden oluşan film, seyirciye aynı durumları farklı perspektiflerden sunarak, parçalı bir anlatı aracılığıyla izleyiciyi bir bütüne ulaştırmayı hedefliyor. İlk bölümde Alman film ekibi Simone ve Christian aksını izlerken ikinci bölümde, devletin paramiliter güçleri içinde çalışan Zafer ve diğer milisleri takip ediyoruz. Üçüncü bölüm ise Zafer’in karısı Sibel ve Leyla aksına odaklanıyor. Böylece, her bir bölüm diğerinde görmediğimiz kör noktalara ışık tutuyor. Ancak kameraların ulaşamadığı kör noktalar mutlaka var. Polat, bu karmaşık haritanın bütün yanlarını ortaya sermemeyi tercih ederek aslında filmin biçimiyle de alakalı tutarlı bir yol izliyor.
Hatice 26 yıldır her hafta, oğlunun kaçırıldığı gün ve saatte yapıp köylülere dağıttığı çorbayla onun hikayesinin unutulmasının önüne geçmeye çalışır. Bu çorba oğlunun kaybedildiği gün onun için hazırladığı ama ona bir daha asla içiremediği çorbadır. Hatice’nin bu ritüeli, kayıp oğlunu ve onun anısını canlı tutmak için bir çeşit kolektif hatırlama eylemine dönüşür. Travmanın insanı geçmişte sıkıştırdığı, bu nedenle şimdiye pek yer bırakmadığı gerçeği, filmin duygusal temelini oluşturur.
Film bizi, ilk bölümünde Hatice’nin çorba ritüeline ortak ederken, bu bölümün sonlarına doğru ve takip eden bölümlerde ise oğlunu kaybeden kirli savaş aygıtlarının dünyasına götürüyor. JİTEM mensubu Zafer, içinde bulunduğu örgütle beraber işlediği suçlardan çok rahatsız görünmemektedir. Bununla beraber, eşi ve kızı Melek’le kurduğu ilişki herhangi bir babanınkinden de çok farklı görünmemektedir. Ancak paralel yapı içerisindeki sürekli huzursuzluk hali onu, içine gitgide saplandığı bir paranoyaya sokar. Üstelik bu paranoyaların bir kısmı gerçeklerden çok da uzak değildir.
Leyla ise Almanya’dan gelen belgesel ekibine Kürtçe tercümanlık yapan ve bölgede yaşayan genç bir kadındır. Bir yandan JİTEM üyesi olduğunu bilmediği Zafer’in kızı Melek’e İngilizce öğretirken bir yandan ekibe tercümanlık yapmaktadır. Zafer’in karısı Sibel’in, Leyla’yı hem sınıfsal bir yerden hem de etnik kimliğinden dolayı zaman zaman aşağılamasına şahit oluruz. Ancak kızları Melek, günün sonunda yine de güvenli alan olarak Leyla’yı görür. Üç bölüme de en çok sinen, bütün karakterlerle bir biçimde en çok gördüğümüz karakter de yine Melek.
Zafer ve Sibel’in kızları Melek, film sonlandıktan sonra da gizemini en çok koruyan karakter. Hatice’nin oğlu Baran’ın kaybedilmesine dair sanki şahit olmuşçasına bir takım detaylara sahip olan ve görünmez varlıklarla etkileşim halinde olan Melek, filmin kör noktada bıraktığı tek karakter. Görmediği ama kendisine bir takım gerçekleri fısıldayan varlığa dair de çok fazla bir bilgiye sahip değiliz. Ancak Melek’in filmin dünyasındaki kör noktalara vakıf olması, filmin bir biçimde vurguladığı bir unsurdur. Görünmeyen varlıklarla kurduğu ilişki, onun olaylara dair “bilgiye” sahip olduğu, ancak bu bilginin diğer karakterler tarafından erişilemediği bir alan yaratıyor. Bu, hem filmdeki fiziksel kameraların hem de izleyicinin bakışının dışına çıkıyor.
Farklı dinamiklerin farklı mekanlar ve zamanlarda işlendiği film, birbirine yaslanan olaylar silsilesinden de gücünü alırken bu girift yapı bölgenin sert politik yapısının da resmini ustalıkla çiziyor.
Travmanın izinde
Polat, hafızanın parçalanmış ve kesikli doğasını yansıtmak için doğrusal olmayan bir anlatı yapısı kullanıyor. Bu hikâye anlatma tekniği, kahramanın geçmişini ve bugününü aynı anda keşfetmesine olanak tanıyarak zengin bir deneyim ve duygu dokusu yaratıyor. Doğrusal olmayan anlatı, özellikle travma ile uğraşırken anıların genellikle nasıl birbirinden kopuk ve beklenmedik şekillerde yeniden ortaya çıktığıyla örtüşüyor. Bu biçimsel tercih, aynı zamanda izleyiciyi, anlatıyla bir araya getirmeye davet ederek daha etkileşimli ve düşündürücü bir izleme deneyimine teşvik ediyor. Filmin farklı bölümleri izleyiciyi zaman ve mekan arasında sürekli bir geçişe zorlayarak, travmanın etkisinin nasıl süreklilik kazandığını gösteriyor.
Filmin kasıtlı olarak ölçülü temposu, izleyicilerin kendilerini kahramanın duygusal yolculuğuna tamamen kaptırmalarına olanak tanıyor. Ayşe Polat’ın Cumartesi Anneleri’nin adalet arayışlarından aldığı ilhamla çektiği filmi, sahneleri aceleye getirmiyor; bunun yerine, sessizlik ve düşünme anlarının oyalanmasına izin vererek izleyiciye kahramanın deneyimlerinin ağırlığını özümsemesi için zaman tanıyor.