Nejla Demirci ve ekibi yapacağını yapmış. Ellerine sağlık. Daha ne yapsınlar? Şimdi sıra bizde. Bu filmin üç-beş kişilik gösterimlerle sınırlı kalması, emek verenlere olduğu kadar, bu coğrafyada yaşayan insanlara da haksızlıktır
Arif Mostarlı
Çok geç bir tarih de değil; 1990’ların sonu değilse eğer 2000’lerin başıdır. Yedikule’de, bizim evde oturup konuştuyduk onunla. Bir abi. Abilerden bir abi işte; adını boş verin. Ciddi alkol problemi var. Yıkık bir adam. Eski milli güreşçi. İyi güreşçi ama. Şimdi hangisi hatırlamıyorum, 1982-83 gibi olabilir, Dünya ya da Avrupa Güreş Şampiyonası’nın elemelerinde herkesi yenip Türk Milli Takımı’na seçiliyor. Çok da istiyor bunu, emek vermiş o kadar. O gün geliyor; okul çocukları gibi o bir örnek takım elbiselerle Türk Milli Takımı güreşçileri uçağa biniyorlar. Her şey normal, her şey güzel, herkes heyecanlı. Fakat uçak bir türlü kalkmıyor. Bir saat, iki saat, açıklama yapan da yok. “Ben anladım” diyor abi. Kardeşi var. Türkiye devrimci hareketinden; daha sonra Kürt hareketine geçmiş bildiğim kadarıyla. “Ben anladım” diyor abi. Anladığı gibi, evet. Güreş Federasyonu yetkilileri geliyorlar uçağa, indirip bekleme salonuna alıyorlar bizim abiyi. “Sen gitmiyorsun” diyorlar. Elemelerin ikincisi olan güreşçi, kenarda bekliyor. Gözyaşları içinde takım elbiseyi çıkarıyor bizimki; kendi normal giysilerini giyiyor. Onun çıkardığı milli takım elbisesi diğerine giydiriliyor ve adam uçağa binip şampiyonaya gidiyor.
“Elemelerde beş kere yenmiştim ben o herifi” diyor; sesi titriyor anlatırken; “beş kere yenmiştim! Beş!”
Böyle işte. Ayrılıyoruz sonra. Memlekete gitmek için yol parası istiyor bizden. Veriyoruz. Utandırmamak için arkasından gidip takip etmiyorum ama o paranın yola değil, en yakın birahaneye gitme ihtimali oldukça yüksek. Yıkılmış bir adam o çünkü. Cüssesi hâlâ cüsse ama içinden bir yerlerden yıkılmış.
Önceki gün, Nejla Demirci’nin “malum” belgeseli ‘Kanun Hükmü’nü izlerken, ta o günlere gidip geliyorum. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, insanların hayatlarını mahvetme konusunda uzun bir geçmişe ve engin bir tecrübeye sahip. Çok kolay yapıyorlar bunu. Ne sizin verdiğiniz emek, ne yarattığınız yaşam, kurduğunuz hayalleriniz umurlarında bile olmuyor.
1402’liklerden bu yana
Şimdilerde pek hatırlanmıyor ama 1402’liklerimiz meşhurdur bizim mesela.
“Sıkıyönetim komutanlarının bölgelerinde genel güvenlik, asayiş veya kamu düzeni açısından çalışmaları sakıncalı görülen veya hizmetleri yararlı olmayan kamu personelinin statülerine göre atanması veya işine son verilmesi, yerel yönetimde çalışanların görevden uzaklaştırılması veya işlerine son verilmesi hakkındaki istemleri ilgili kurum ve organlarca derhâl yerine getirilir. (…) Bu şekilde işlerine son verilen memurlar, diğer kamu görevlileri ve kamu hizmetlerinde görevli işçiler bir daha kamu hizmetlerinde çalıştırılamazlar.”
1971’de çıkarılan ama 12 Eylül darbesinden sonra, 1982’de uygulanan 1402 sayılı yasa böyle diyor.
Kullanılan dil pek sert görünüyor, uygulama da öyle. Bütün üniversiteleri biçiyorlar bir güzel ama 15 Temmuz sonrası KHK zulmüyle kıyaslanırsa, olup bitenler yine de hayli “zayıf” kalıyor. Darbecilerin işten attıkları Genelkurmay rakamlarına göre toplamda 4 bin 891 kişiyken, 15 Temmuz KHK’leriyle atılanların sayısı OHAL Komisyonu’nun rakamlarına göre 125 bin 678 kişi. 1402’liklerin üçte ikisi 1988’de işlerine iade edilirken, OHAL Komisyonu’nun Ağustos 2019 tarihi itibarıyla 85 bin dosyadan sadece 6 bin 700’ünde lehte karar verdiği hatırlatılabilir. Ve tabii, 12 Eylül’cüler, yine de zulmü daha kişisel düzeyde tutarken, AKP’nin ‘iltisak’ adı altında insanların yedi sülalesine yöneldiğini unutmamak gerek.
Yasemin ve Engin
İşte bu insanlardan ikisinin, doktor Yasemin Demirci ve öğretmen Engin Karataş’ın hikâyesini, daha doğrusu mücadelesini anlatıyor bize ‘Kanun Hükmü’ belgeseli. Senaryo yok, mizansen yok, saf belgesel. Yönetmen Nejla Demirci ve ekibi, kafaya koymuş, kamerayı ellerine alıp bu iki insan zaman içinde neler yaşamışsa kayda alıp kurgulamışlar. İşten atıldıktan sonra eski hastalarını tek tek evlerinde ziyaret ederek muayenelerini, tedavilerini sürdüren ve bir yandan da hakkını aramaya çalışan Yasemin’i, okul kapısından kâğıt uçaklarla öğrencilerine mektup göndermekten işe başlayıp Bodrum’daki bir meydanda her gün yeni ve daha eğlenceli eylem biçimleri icat eden Engin’i çekmişler. Zaman zaman iş, “Uçurtmayı Vurmasınlar”daki birine emir veren, sonra emir verdiğini denetlesin diye başka birine emir veren komutanı hatırlatır olmuş. Epey de zor tabii. Sürekli polis baskısı, sürekli çekim engellemeler yıldırmamış onları. Anladığım kadarıyla çoğu kez stratejik davranıp bir kamera engellenirken, bir ya da birkaç kamerayı çaktırmadan devreye sokmak gerçek bir cambazlık gerektirmiş. Ama sonunda, çekip bitirmişler. İki insan üzerinden bize hayatları karartılmış binlerce insanın hikâyesini anlatmışlar. Öyle ki, insan izledikçe, iktidar cenahındaki öfkeyi, bütün o Antalya rezaletlerini daha iyi anlıyor. Hiç öyle bağırıp çağırmadan, son derece sakin bir dille derdini anlatan bir belgeselin yarattığı tehlikeyi, izlemeden bile fark etmiş oldukları kesin.
Öte yandan insan izlerken, Goebbels’in o meşhur “Yalanı tekrar edin!” tavsiyesinin de iktidar trolleri tarafından layıkıyla benimsenmiş olduğunu anlıyor. Tek bir saniyesinde bile Cemaat’in adı, hatta iması bile geçmeyen bir belgeseli, “FETÖ propagandası” olarak milyonlara yutturmak gerçekten özel bir marifet. Sonra gelsin tehditler, küfürler, hakaretler… Sansür deniliyor bazen, bu sansür değil; bunun adı ‘kuşatma’ ve ‘boğma’ harekâtı. Önce bin türlü yalan, sonra tehditler, sonra zayıf halka olduğunu bildiğin uyduruk muhalefetin kuyruğunu toplayıp ‘Yenikapı’ hizasında hazırola geçmesi… Sonuç: Bir sanat eserinin görünmezleştirilmesi.
Susacak mıyız?
Uzatmaya gerek yok. Nejla Demirci ve ekibi yapacağını yapmış. Ellerine sağlık. Daha ne yapsınlar?
Şimdi sıra bizde. Hepimizde. Geçen gece daracık bir mekânda izlerken de aynı şeyi hissettim; bu filmin üç-beş kişilik gösterimlerle sınırlı kalması, gecesini gündüzüne katıp emek verenlere olduğu kadar, bu coğrafyada yaşayan insanlara da haksızlıktır. Sağ mıdır hâlâ bilmiyorum ama vallahi güreşçi abimize bile haksızlıktır.
İş artık Nejla’dan çıkmıştır. Başta sinema sektörü, belgeselcilerin örgütleri, titrek olmayan yerel yönetimler, hepsi artık bu işin sahibidir. Bu filmin izleyicilere ulaşması, hepsinin, hepimizin görevidir. Ama yalnızca onlar değil, tam da “anlatılan senin hikâyendir” deyiminde olduğu gibi, filmin konusunun doğrudan muhatabı olan hekim örgütleriyle eğitim emekçilerinin örgütleri, açıkça, cesaretle ve altını çizerek vurgulayayım, önyargısız olarak yapılan işin arkasında durmalı, gerekirse filmi izleyiciyle buluşturma işini bizzat kendi mekânlarını kullanarak üstlenmelidir. Nejla Demirci’yi aşmış bir hikâye var karşımızda ve bu artık “Nejla’yı desteklemek”ten öte, Yasemin’leri ve Engin’leri, öğrencilerine ve hastalarına geri dönmek isteyen binlerce insanımızı desteklemek anlamına geliyor.
Belki böylece, bütün bunlar olurken sergilediğimiz eksikliklerin özeleştirisini de biraz vermiş oluruz.
Şimdi bir adım öne çıkma zamanı.
Lütfen…