Her biri Avrupa demokrasisinin bittiği o sınırlarda, asker ve polislerin saldırısına maruz kalmış, pek çok defa geri itilmişler. Uğruna nehirde, denizde, karada, dikenli tellerde ve soğuk yollarda yaşamlarını kaybetmeyi göze alarak ulaştıkları Avrupa’da ilk hayal kırıklıkları kamplardaki uygulamalar oluyor.
Hülya İmak Öztürk
Almanya doğumlu Hindistan asıllı bir Alman vatandaşı, kampın çevresinde köpeğini günlük gezintiye çıkarıp kamptaki çocuklara köpeğini sevdirerek gezintisine devam ediyordu. Yine böyle bir gezinti sırasında köpeği sevmeye giden çocuklardan birinin annesi geleneksel Hindistan kıyafetleri içindeki vatandaşa dönüp; ‘We are refugees.’ Yani biz mülteciyiz dedi. Adam gözleri dolarak ‘The whole world is a refugee’ tüm dünya mülteci cevabını verdi.
O esnada köpeğinin etrafını saran, Arap, Kürt, Afrikalı, Türk, Farsi çocuklar kendi dillerinden köpeği sevip, sevinç çığlığı atıyorlardı. Farklı diller ve renklerde çocuklar, yetişkinlerin başaramadığı bir dili konuşuyorlardı; insanlık dilini…
Bu içimi ısıtan manzarayı izlerken kampın bulunduğu caddelerdeki isimlere takılıyor gözüm. Her sokağa ünlü bir Alman besteci veya düşünürün ismi verilmiş. Johann Sebastian Bach, Nietzsche, Beethoven. Gözüm bir kadın düşünürü veya besteciyi arıyor. Ama yok. Clara Zetkin’in ismini verecek değiller ya…
Aklıma ilk gençlik dönemlerimden itibaren bildiğim ve şiirlerini okuduğum Alman Bertolt Brecht geliyor. Nazi Almanya’sında parlamento (Reichstag) yangınının hemen ertesi günü ailesi ile birlikte apar topar ülkesinden kaçmak zorunda kalan Brecht, mülteci olduğu 1933 yılından mülteci olduğumuz 2023 yılına bıraktığı şu şiir dilimde:
“Hep yanlış buldum bize verdikleri adı:
Göçmen,
Göç eden demektir bu, oysa biz
Göç etmedik, kendi isteğimizle
Seçerek başka bir ülkeye gelmedik
Bir ülkeye, sürekli kalmak için belki de orada
Ama kaçtık, yurdundan sürülenleriz biz, kovulanlarız
Bir yuva değil, bir sürgün yeri olur ancak
Kabul edildiğimiz ülke bize”
Adı mülteci, göçmen ya da sığınmacı olsun. Yol aynı, umut aynı, sevinç ve acı aynı, sürek aynı…
Savaşlar, politik nedenler, ekonomik nedenler veya daha başka gerekçelerle ülkelerini terkeden yüzlerce insanın kaldığı her bir kamp, yüzlerce dramatik öykü barındırıyor. Bulundukları ülkelerden bir yaşam umuduyla kaçak yollarla çıkıp, birkaç ülkenin sınırını binbir zorlukla geçip Avrupa’ya varabilmişler. Bu yolculuk yaşam adına bir umut barındırsa da, yol boyunca hayatları tam anlamıyla pamuk ipliğine bağlı ulaşmışlar bu kamplara.
En çok da sığındıkları ilk ülkelerde karşılaştıkları ayrımcılığı ve ırkçılığı anlatıyorlar. Türkiye’den oluğumu öğrenen bir Afgan aile “Bu saçlarım İstanbul’da beyazladı, yolda yürürken yüzümüze tükürmüyorlardı ama daha beter hakaretlerde bulunuyorlardı. Kaçak çalıştırıp maaşımızı vermiyorlardı, çocuklarımla çoğu zaman aç kalıyorduk” sözleriyle başladı anlatmaya. Bu aile ölümü soluklamıştı oysa gemiyle Avrupa’ya geçerken. Ama ilk anlattıkları ve en çok dert ettikleri, kendileri gibi Müslüman olanlar tarafından uğramış oldukları rkçılık oluyor. Altı gün süren deniz yolculuğu boyunca kendilerine su ve yemek verilmemişti. Çocuklarının susuzluktan vücutları morarmıştı. Daha kıyıya varmadan gemi insan tacirleri tarafından batırılmıştı ve yüzme bilmedikleri için boğulma tehlikesi geçirmişlerdi.
Nasıl bu kadar tehlikeyi göze alabildiniz diye sorduğumda da; “Orada her gün tehlikedeydik” dediler.
Cemaat ile bağlantılı eğitimci bir mülteci kadın ise, yemek sırasında farklı dilleri konuşanları gösterip; “Ben burada tüm insanların ne kadar aynı olduklarını gördüm. Ne kadar ortak yanlarımız varmış meğer” diyor. Bunun farkına varmış olmasından duyduğum memnuniyetle “Evet” diyerek onaylıyorum. “Aynı olumsuz şeylere üzülüyor, olumlu şeylerden neşeleniyoruz değil mi?” diye ekliyorum.
Ve demokrasisi sınır tellerine takılan Avrupa
Kamplarda tüm dünya halklarını tanıma fırsatınız oluyor.
Her biri Avrupa demokrasisinin bittiği o sınırlarda, asker ve polislerin saldırısına maruz kalmış, pek çok defa geri itilmişler. Uğruna nehirde, denizde, karada, dikenli tellerde ve soğuk yollarda yaşamlarını kaybetmeyi göze alarak ulaştıkları Avrupa’da ilk hayal kırıklıkları kamplardaki uygulamalar oluyor.
Artık “niteliksiz iş gücüne” ihtiyaç duymayan Avrupa, BM’nin “ırkı, dini, milliyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm göreceği konusunda haklı bir korku taşıyan ve bu yüzden ülkesinden ayrılan ve korkusu nedeniyle geri dönmeyen veya dönmek istemeyen kişi”dir şeklindeki tanımına uygun kararlar vermemektedir. Avrupa sığınmacı seçimini yaş, eğitim, cinsiyet, sağlık, ırk vb. tercihlerle belirliyor. Bu nedenle BM’ye mülteci tanımını daraltma çağrısı yapıyor. Bu tutumu dolayısıyla iltica mahkemeleri, kaçmış olduğun ülkede en ağır hapis cezasını almış ve can güvenliğinin olmadığını belgelerle kanıtlamış olmana rağmen iltica başvurana red verebilmekte ya da çok uzun süre yanıtsız bırakmaktadır. Mahkemelerdeki sorgulama yöntemleri de iltica gerekçelerine bağlı olarak değişmektedir. Özellikle Türkiye’den gelen siyasi sığınmacıların mahkeme sorgusu, Türkiye mahkemelerinde yapılan sorgulama üslubuyla yapılmaktadır. Kürt ve sosyalist isen özellikle Türk uyruklu yargıçlar davana atanmaktadır. Sorgularında adeta; öldürülmemişsin, hapse atılmamışsın işte, işkence görmüşsen raporun nerede vb. tutumlarla karşılaşıyorsun. Hatta “neden seni hedef aldılar, niçin sen niçin başkası değil?” gibi muhalifliğini sorgulayan sorular her mahkeme sorgusunun başlıcı soruları olmuş durumda.
Açıkça anlaşılıyor ki AB’nin, sürekli mülteci kartı ile şantaj yapan AKP hükümetine tolerans göstermesi mülteci seçimine de yansımış bulunmakta. Türkiye’de AKP şiddet ve baskı eşiğini o kadar arttırdı ki, Avrupa yaşanan bu şiddeti verilen hukuksuz hapis kararlarını olağan görüyor hatta bu kararları ‘adil’ buluyor. Özellikle Almanya, Türkiye’den gelen Kürtleri, sosyalistleri kabul etmemekte, AKP mahkemelerinin komplolarla verdiği kararlara bakarak kendisi için de tehlikeli, ‘terörist’ tanımı yapmaktadır. Örneğin Avrupa’nın hemen hemen her ülkesinde bomba patlatmış DAİŞ çetelerinin Rojova’daki saldırılarında yaralanmış, vücutlarında şarapnel parçaları bulunan Kürtler, tedavi olanağı ve hijyenik olmayan kamplarda uzun süre tutulmaktadırlar.
Kampta ikinci bir elbisesi olmayan, tüm eşyalarını geldikleri zorlu yollarda atmak zorunda kalan mültecilere, bir oda dolusu bağışlanmış her türden giyecek olmasına rağmen giyecek verilmemektedir.
Hangi ruh bunlara o elbiseleri verdirtmiyor biliyoruz aslında. Bir başka kadın mülteci dört saatlik bir otobüs yolculuğunda küçük çocuğuna tuvaletini giderme izni vermediklerini anlatıyor.
Tüm bunlara tanık olurken, Alman felsefeci Theodor W. Adorno’nun “Faşizm sanıldığının aksine liberal demokrasinin karşısında değil içinde örgütlenir. Liberal demokrasiye içkindir” sözü aklıma geliyor. Irklarına, renklerine ve hatta geldikleri ülkenin yönetimleriyle askeri ve ekonomik işbirlikleri derecelerine göre ayrımcılığa ve farklı muameleye maruz kalan mültecilerin üzerinden faşizmin ayak sesleri duyuluyor. Adorno, faşizmin tam anlamıyla mağlup olmadığını, hem toplumsal yapı hem de kişisel davranışların gündelik görünüşlerinde ikamet ettiğini ve her zaman onunla yeniden mücadele edilmesine dair genel düşüncesini adeta bugünü görerek ifade etmiştir.
Ukrayna savaşında Rus esnafların Rus olduklarını gizlemeleri, Ukraynalı mültecilere gösterilen “ayrıcalıklı ırk” muamelesi Adorno’nun, faşizminin liberal demokrasinin, toplumsal yapıda ve bürokraside kendini zahmetli bir gizlilik içinde konumlandırdığını, bugünkü neo-faşizmin klasik milliyetçilikten ziyade toplumun ‘’alerjik noktaları’’ üzerinden yükseldiği şeklindeki tezini doğrular niteliktedir. Bu alerjik nokta da bugün mültecilerdir.
Mülteci karşıtı ırkçılık Türkiye ve Avrupa’da ırkçı partilerin yükselişine neden oluyor.
Türkiye’de olduğu gibi Almanya’da da mültecilerle ilgili sosyal medyada, toplumda rıza oluşturmaya dönük “Tecavüzcü, hırsız, vergilerimizle yaşıyorlar vs.” yalan haberleri her gün üretilmektedir. Ve buna da eskinin göçmeni – mültecisi olan ‘bizim’ toplum da ortak olmaktadır. “Yabancılar geldi bozuldu buralar” mı diyen, zihin erezyonuyla “herkes ülkesinde yaşasın, ne işleri var burada” diyen mi….
Toplumun genel koşullarında, kişisel davranışların gündelik dışa vurumunda görülen ırkçılığın varacağı noktayı, Avrupa’yı etkisine alan ve anketlerde birinci sırada görülen ırkçı partilerin bu tehlikeli yükselişini göremeyenlere soralım: Ortadoğu’yu yerli despot yöneticilerle birlikte savaş alanına çeviren kim? Kürt sorununda üç maymunu oynayanlar, başkentlerinde öldürülen Kürt siyasetçileri yok sayan, Kürt sorununun artık uluslararası bir sorun olduğunu görüp çözümünde rol alamayanların gelen Kürt mültecilere diyeceği ne sözü var?
Hiçbir mülteci isteyerek ana yurdundan ayrılmadı. Savaş, talan ve sömürü düzeni devam ettikçe bir gün herkes mülteci olabilir.
Ve Bertolt Brecht derki o şiirinin son dizesinde:
“Böyle huzursuzca oturuyoruz, olabildiğince sınırın yakınında
Bekleyerek dönüş gününü, en küçük değişikliği
Gözleyerek sınırın ötesindeki ve soru yağmuruna tutarak
her yeni geleni; hiçbir şeyi unutmadan ve hiçbir şeyden vazgeçmeden
Ama hiçbirimiz kalmayacağız burada / Çünkü son söz söylenmedi daha.’’