Dip. Tek kelime ve bir cinayet ya da bir intihar vakası gibi zannedilir. Yıkım. Tek kelime ve bu felaket bir enkaz bırakır. İnsanı eksilten, insanı insanlıktan çıkaran, belki de azad eden bu kelimeler bir çağrıdır. Çapını ve çeperini merak eden bir yalnız ağaç, kokulu bir rüzgâr, kaygılı bir yağmur, karamsar bir güneş. Ne de olsa mevsimler geçer, zamanın hatırası bir gölge gibi insanın peşinden gider veya insanı peşinden sürükler.
Bildiklerimizi kovalarız, bir gün yorulduğumuz yerde, bildiklerimizle vurulduğumuzu görürüz. Anlam bir kargaşayı sırtına almış geliyordur bize ama biz aynaya bakamayacak denli kör olmuşuzdur. Sırra kadem basmış bir dermanın dertli yolcuları olmuşuzdur. Kim bilebilir, bizden başka?
Tüm iyi ve güzel hislerimizi kalbinden vuran bir zaman döngüsünde gidip geliyoruz ve bir türlü kendimize varamıyoruz. Hep bir şeyler eksik, bir yerler eskitilmiş oluyor. Hayatın akışında büyük bir sabotaj var, önceden keşfedilmiş, sonra pusu atmış ve ardından bizi yerle yeksan etmiş bir gerçekler kâbusu. Evet, gerçekler bazen ölümcül yaralar bırakır.
İmkânsız dediğimiz imkânlara mekân aradıktan sonra kendimizi bir ablukada bulduk. Her tuğlasını kendimizin taşıdığı bu cehenneme çağ yangını dedik, çağdaş olunca yanıverdik. Gelsin artık yaşamak dediğimiz yerde cesetlerimizi gördük. Kendi ölümüze bir tabut ve bir mezar yeri aradık. Yaşadık yaşamasına hem de olabildiğince, en sonunda kendimiz elimizde kaldı.
Bir çağın rüyası vardı, heder oldu. Bir dünya vardı, telef oldu. Beklentiler saklandı, her şey ayna olup onu ifşa etti. Bir sevinç vardı, bir telaş onu ikna etti. Bir sürü şeyimiz vardı artık hatırlayamadığımız, şimdi ise unutmak için her şeye tebelleş olduk. Buydu dünya, buyurdu hayat ve buraya kadar geldiğimiz için kendimize övgüler sıraladık.
Sırra kadem basan umutların kabuklarını kemirirken, anladık ki burada bizi doyuracak bir şey kalmamış. Rüya ya da serap, gördüğümüzü sanıp peşinden gittik ve kayıp olduk. Başka yerlerde, başka şekillerde ilanlar astık kendimiz için. Biz bu çağda yaşamadık, kendimizi aradık en önce ve yaşamayı erteledik. Son yılların mahareti budur; her şey bir plan dahilinde mahvını bulur.
Sessizliğe, sözsüzlüğe kıymetler, acımasız efsaneler, türlü kehanetler hayal ettik. Nereyi düşündüysek orada kendimizle baş başa kaldık. Başkasından çaldığımız rollerle bizim olmayan bir oyunda herkesi düelloya çağırdık. Bir atış ve bir yok oluş. Dünyanın sonuna elbette ki birileri varmayacak, biri orada kalacak. Dünyanın sonunda da birilerinin değil birinin kalması gerekecek.
Ölmek için yarıştığımız kadar yaşamak için de yarıştık. Kıyasıya bir rekabet bir sürü ölü düşürdü önümüze. Anılar bir mezarlık loşluğu, gelecek bir mezarlık boşluğu. Zaten biz hayatı anlamaktan çok ölmenin ötesine kafa yorduk. Yorulmak bu yüzden herkes için, yoldan çıkmak hepimiz için. Sonları ertelemeye çalıştık, sonumuzu birilerinin, yaşayan ve ölen birilerinin çehresinde gördük, belki de yakalandık.
İnsan baktığını illaki bir yerde görürmüş. Hiçbir bakış sıradan değil, tesadüf haşa. Sebepleri düşündük, baktık ki yok bir şey, kuyu kazdık bari mezarımız olsun, kapı saysak da olur dedik. İnsan kendine dediğine inanır böyle, hem de ölürcesine, ölene dek.
Haftanın kitap önerisi: Ricardo Sumalavia, Bir Kol Hikayesi / Çeviren: Hazal Akbaş, Holden Yayınları